27 Aralık 2008 Cumartesi

Dönsün Dünya!


Dünyanın bir yerinde biri G.Bush'a ayakkabı fırlatıyor...


Dünyanın başka bir yerinde bir firma bu ayakkabının üretici firması olduğunu açıklıyor...


Bu sırada dünyada ekonomik kriz yaşanıyor, milyonlarca kişi işten çıkarılıyor...


Ayakkabıya talep o kadar artıyor ki, üretici firma toplam 100 kişiyi işe alıyor...


Bu firma benim memleketimde...


Benim memleketim nasıl bir yer bilemiyorum...


Ama garip...


Zaten dünya garip...


Ama dönüyor hala...


Dönsün...




12 Aralık 2008 Cuma

Kumral Ada Mavi Tuna'yı...


yeniden okuyasım var bu aralar...


hayırlara vesile...

Özlemek


Özlediğin, gidip göremediğindir;

ama, gidip görmek istediğin



Özlem, gidip görememendir;

ama gidip görmek istemen



Özlediğin, gidip görmek istediğin-

ama gidip göremediğin



Özlem, gidip görmek istemen-

ama, gidememen, görememen;

gene de, istemen



Oruç Aruoba

10 Aralık 2008 Çarşamba


Kuş Gözlemcileri İğneada'da!


Nasıl güzel bir yer İğneada!

Baharda gittiğimizde çok etkilenmiştik, illa ki gelmeli buraya bir kez daha demiştik... Geldik :)

İki tam günlük doğa yürüyüşünden sonra buraya yazdıklarımı okumaktansa fotoğraflara bakmanın daha güzel ve tercih edilir olacağını düşünüyorum.

Ve iyi seyirler diliyorum...

Not: Meraklıları için kertiklerimi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Kertik: Kuş gözlemcilerinin gördükleri tür sayısını ifade etmekte kullanılır. ülkemizde olmasa da yurtdışında 300 kuş kertmiş adamlar ve dernekleri vardır. camiada kertikçilik hoş karşılanmaz. zira kertikçiler sadece yeni tür görme merakı ile diğer kuşlara dönüp bakmaz. oysa "doğa her zaman ilgi çekici ve izlemeye değerdir" görüşünü benimseyenler kertikle filan uğraşmaz. oturup her gezi sonrası ben bugün ne kerttim diye düşünmez :o) (nympis, Ekşi sözlük)




Orman...
Derin.




Kuğuların evi, güzel göl... Günün her saati başka güzel...



Dünyanın en ilginç ve en sert mantarı. İçi 'Kav' ( kibritlerin kenarında bulunan, kibriti sürttüğümüzde yanmasını sağlayan madde). İçini oyup, dış kabuğundan lamba yapabiliyorsunuz :) Aman dikkat, kesmek için keser lazım, ancak keser ayırabiliyor mantarı ağaç gövdesinden!




Ve romantik kuğular...

Sakin...




Baktıkça bakasımın geldiği dere...




Sıradaki fotoğrafa Oruç abi yakıştı...






Yaşamında öteki kişilere ulaşabildiğin anlar, bir ormandaki kuş ötüşleri gibi olacak: uzaklardan gelip geçerken kısacık bir süre yapraklarda yankılanacaklar- o kadar...Orman, bütün sessizliğiyle, yine yalnız,duracak orada.

28 Kasım 2008 Cuma

Kriz




Bizi nasıl etkiledi...

Beni nasıl etkiledi...

Sözde burası benim sanal günlüğüm ya, ben kendi hissettiklerimi yazabilirim ya... Madem öyle sansürü minumum uygulayarak hissettiklerimi yazacağım şimdi.

Neler mi hissediyorum?

Öfke hissediyorum. Ama biliyorum 'öfke' bir his değil, 'çatışma' eğitimini aldığım Kathy teyze söylemişti, öfkenin bir his olmadığını... Ardında her zaman başka duygular barındırdığını...

Ben neden öfkeliyim? Düşünüyorum düşünüyorum ve buluyorum. Nasıl bazı şeyler öngörülemiyor diye öfkeleniyorum. Aslında içimde yatan neden şu, haksızlıga tahammül edemiyorum, dayanamıyorum... Birileri bir dönem ve belki hala da işini iyi / verimli yapamıyor diye başka birilerinin işinden olmasını, bunun da kendi seçimiymiş gibi ona anlatılmasını ve belki onu buna inandırma çabalarını ve hatta birilerinin buna inanma çabasını -çünkü daha az canı yanar o zaman kişinin- kabul edemiyorum... Ve elimden birşey gelmemesini de... Birşey yapamak yani çaresiz olma durumu (sahi var mı gerçekten böyle bir durum yoksa bir tercih mi bu? ) beni öfkelendiren...

Örgütlü mücadelemizin bizi ilk adımda tökezlemekten kurtaramamasına içim eziliyor. Ve arkadaşıma veda e-postamı yazarken, onu ve kendimi nasıl teselli edeceğimi bilemeyişim karşısında kalakalıyorum. Yazdıklarımı defalarca kez silip tekrar yazmaktan ellerim, hissettiklerimdense içim acıyor... Ailem dağılıyor gibi...

Bunları hissediyorum...

12 Kasım 2008 Çarşamba

yorgunluk ve muz kabuğu...


İlişkilerimi tek yönlü kuramadığımı farkettim.
İnsanların bencilliklerinden yoruldum, samimiyetsizliklerinden de... Ama en çok da samimi gibi görünüp samimiyetsiz davranışlarından. Üstelik bu davranışları açıkça sergilemeyip, gizli kapaklı (çünkü kendileri dışında kimsenin kafası çalışmıyor ya) iş çevirmelerinden... Ve faturasını hep birlikte ödüyor olmamızdan...

Yoruldum ben....

Dinlenmek istiyorum artık...

Sevdiklerimle doya doya vakit geçirmek istiyorum...

Özlediklerime sarılabilmek istiyorum...

Kitap okumak istiyorum...

Bilgisayar başında oturmaktan, mail yazmaktan ve cevaplamaktan, iş yapmaktan başka birşeyler yapmak istiyorum...

Başka şeylerden yorulmak istiyorum...

Sırtım, ellerim ve gözlerim ağrımasın istiyorum...

Biraz vakit istiyorum...Kendime... Nasıl dolduracağıma benim karar vereceğim '1'(az) vakit...Sevdiklerim için '1'şey(ler) yapabileceğim, bu kez onların değil de benim fedakarlıkta bulunabileceğim bir an olsun istiyorum, bunca zamandan sonra...

Bir de artık istemek değil, yapmak istiyorum...




11 Ekim 2008 Cumartesi

Yeşil çayın getirdikleri...


Yeşil çayımı yapmış (siyah agresif yapıyor insanı ve yeşil sağlıklı diye -çok içersen zararlı diyor kimleri de-), güzelim İstanbul boğazına karşı oturmuş bir cumartesi akşamüstümü keyiflendiriyorum.

Hava tam sonbahar havası... Sabahtan yağmur yağdı bardaktan boşalırcasına... Ardından açtı... Şimdi hafiften üşüten ama titretmeyen bir hava var... Cam açık, aydınlık mavi bir gün bugün...Bugün cumartesi ve ben evdeyim... Çalışmıyorum aslında, demek istediğim buydu...

Ev neresi diye düşünüyorum birkaç gündür. Geçen gün 'eve gidicem' dedim Erdem'e. 'Ev neresi?' diye sordu, hangi eve gideceğimi kastederek... Ev bizim için neresi? Ev benim için neresi? Kaplumbağa için neresi ev? Zeytin ve portakal için neresi?... Apartmanların arasından zar zor kendine bir yol bulmuş olan ıhlamur ağacı için ev neresi? Evinde olduğunu mu düşünüyor yoksa yalnız mı hissediyor kendini?... Hem insan evinde de yalnız hisseder mi kendini? İnsan nerde olsa yalnız hissetmez kendini? İnsan yalnız hissetmemeli mi kendini?

Kendimizleyken yalnız olmuyoruzdur belki, o yüzden hiçbir insan da yalnız değildir. Ve boşuna üzüyordur kendilerini yalnızım diye yalnızlıktan şikayetçi olanlar, kimbilir.

Yeşil çay, sonbahar, ev, yalnızlık...

Bugün güzel bir gün... Beni de sonbahar hüznü mü sardı ne... Huzurla birlikte kıpırdanma istediği...
Huzursuz huzur sendromu :) Bu huzurun içinde birşeyler okumak nasıl güzel olur şimdi...
Bu şeyleri okumaya önümdeki kanepeye geçiyorum izninizle...

Akşama da Salsa partisi var, dansa gidiyoruz sevgilimle... (:






9 Eylül 2008 Salı

İspanya yolcusu!


Gez'inti' hanım bu pazar İspanya yolcusu... Malaga'ya gidiyor havaalanlarında bol bol bekleye bekleye...


Hele dönüş yolunda günün yarısı Roma havaalanında olacak, dışarı çıkmak da mümkün değil vize sorunsalı nedeniyle...


Bir hafta kalacak, pek gidesi yok nedense. Belki gün gelince değişir haleti ruhiyesi, kim bilir!


Orada internet imkanı olur mu bilemiyorum, belki bir iki kelam edebilir :)


Özge

28 Ağustos 2008 Perşembe

Anaç Sütlaç Hanım ve bebekleri...




İmece Evi’nin sevimli sahiplerinden Anaç Sütlaç Hanım ve bebeklerinden bahsetmeden geçmek olmazdı tabi…

Anaç Sütlaç Hanım, kısa bir süre önce yavrulamış ve dünyaya nur topu gibi iki bebek getirmiş bir kedi. Adını boşuna almamış, yavruları yemeden ağzına lokma koymayan, sırf onlar biraz daha emsinler diye güneşin altında kıpırdamadan yatan bir anne o.



Miniklerden beyaz olanın ismi Çapak, siyah olanın da Kirpik. Nasıl hareketliler görmelisiniz.
Küçükken her şey nasıl en sevimli zamanlarındaysa, bu minnoşlar da öyleler. İnsanın sevdikçe sevesi geliyor lakin bizimkiler annelerini emer emmez oraya buraya koşup, ağaçlara tırmanmaktan, iki dakika kucağımızda durup da sevdirtmiyorlar kendilerini! :)


Keşfedecek koca bir doğa var orada, haklılar!


27 Ağustos 2008 Çarşamba

Elma Sirkesi nasıl yapılır?

Gez’inti’ hanıma beceriksiz diyenler halt etmişler! Elma sirkesi bile yaptı, daha ne yapsın bu kadın! ;)


Duyanlar duymayanlara anlatsın, gerçekten de elma sirkesidir yapılan… Mekan İmece Evi olunca her şey mümkün oluyor tabi. :) İsmail abinin kulakları çınlasın… Kendisi bu güzel ekolojik çiftliğin sahibi olur…
Gelelim sirkeye… Nasıl yapılır bu sirke?
Öncelikle kurtlanmış (gerçekten) veya sağlam elmaları toplarız. Ardından bu elmaları yıkayıp, küçük küçük doğrarız ve sirke için ayırmış olduğumuz kavanozumuzun içine ( kavanozun ¼’ü elma ile dolacak kadar) koyarız. Ardından su ile doldururuz kavanozumuzu ve elimizde önceden var olan sirke mayasını (bu bir önceki sirkemizin dibinde kalan tortudur) bir kaşık miktarında içine ekleriz ve sirkemizi beklemek üzere güneşe koyarız :) Ya mayamız yoksa diyorsunuz değil mi? Maya olmazsa olmaz bir şey değil sirke için, yalnızca olma süresini hızlandırıyor. O nedenle hiç panik yapmayın, mayasız da sirke yapmak mümkün!
Fotoğrağraflarda da yapmış olduğu sirkeyi (burada bir ekip emeği var, kimsenin hakkını yemeyelim) gururla sunan Gez’inti’ hanımı ve yapım aşamasında yol gösterenimiz İsmail abimizi görüyoruz. :)


Hepimizin eline sağlık!

24 Ağustos 2008 Pazar

İmece Evi'nde Hayat...


Keyifli mi keyifli… Doğal mı doğal… Sıcak mı sıcak… Rahat mı rahat… Var mı istediğimiz başka bir şey? :)
İmece evine gideceğini sizlerle paylaşmıştı Gez’inti’ hanım, web sitesini de vermişti merak edenler bakabilsinler diye… Şimdi de kensinden bir iki kelam alalim ;)
İmece Evi, soyutlanmış gerçek bir güzellik… İnsan orada kısa da olsa zaman geçirince, fark ediyor ve birkez daha inanıyor ki doğa ile barış içinde yaşamak hem mümkün hem de çok daha keyifli… Üstelik üstün çabalara da gerek yok bunun için. Herşeyi bize kendisi sunuyor zaten doğanın. İkinci bir farkındalık ise şehirde yaşarken ya da yaşar gibi yaparken (ihtiyacımızdan) ne kadar çok tükettiğimiz. Çok fazla alışveriş merkezi gezmeyen ve hazır yemek tüketmekten kaçınan biri olmama rağmen, kendimi ne çok zehirlediğimi fark ettim İstanbul’da. Bu duruma mahkum muyum, pek emin değilim… Biz dönelim en iyisi İmece Evi’ne.
Dostlar, burada organik tarım yapılıyor, fasulyesi, fotoğrafta görebileceğiniz börülcesi, nanesi, domatesi, marulu, salatalığı hep organik tarım ile yetiştiriliyor. Köylülerden öğrenmiş İsmail abi. İsmail abi de 1999 yılında hayatını değiştirme kararı alarak, İstanbul’dan İmece Evi’ne taşınmış, bugün koca çiftliği çeviren kişi. Düzenli olarak ona destek olmak için yakın köyden Yazgülü abla ile bir abi geliyor.


Keçiler, koyunlar, tavuklar, ördekler yetiştiriliyor çiftlikte. Yumurtalar taze yani! ;)
Hiç çöp çıkmıyor İmece Evi’nde! Misafirlere de sıkı sıkı tembihliyor İsmail abi, gelirken plastik poşetlerinizi bırakıp gelin diye… Yemek artiklarimiz keçilerin ve tavuklarin yemekleri, zeytin ve karpuz çekirdeklerimiz takı malzemeleri olarak kullanılıyor. Aynı zamada bira, soda kapakları gibi kapaklar da takı veya müzik aleti malzemesi :)
İmece Evi'ni hiç boş bırakmayan misafirlere yetmiyor tabi yetiştirilenler. Yakın köylerden satın alıyor İsmail abi, sebzeyi meyveyi…
Denizi de bir güzel ki sormayın, insanın hiç çıkası gelmiyor. Ege, malum…


Yorulunca çardaklara uzanmak veya bir hamakta kitap okumak günün en keyifli aktivitelerinden…

Küçük ahşap evlerde kalıyoruz. Sevgilim ve ben, beyaz evde idik :)Fotoğrafta görebilirsiniz kendisini…


Her akşam, bir kişi ilglendiği herhangi bir konu ile ilgili bir atölye düzenliyor ve katılmak isteyen kişilerle atölye gerçekleştiriliyor.
Bu kadar ballandıra ballandıra anlattıktan sonra, İsmail abinin üzerine basa basa söylediği şeyi yazmadan geçemeyeceğim. İmece Evi, bir turistik tesis değil. Yani oraya gidince, yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik, bahçelerin sulanması hep gönüllü olarak yapmayı kabul ederek geldiğimiz şeyler. Dolayısıyla yan gelip yatma durumu yok burada :)
Altinda yatan şey ise hem imece, birlikte yaşamı mümkün kılmak hem de aslında bu çiftlik bir araç olarak kurulmuş Aslında ekoköy kurmak isteyenlerin birbirlerini bulabilmesi amacı ile belirli bir süre için var. Ekoköy ekibi netleşip, harekete geçtikleri zaman İmece Evi’de bizlere veda edecek gibi görünüyor, en azından şimdilik…
Hayatını değiştirmek isteyenlere, İmece Evi temelli yaşamak için, kısa bir süre için ekolojik bir yaşam sürme özlemi duyanlara ise 4-5 gün geçirmek için kapılarını sonuna kadar açmış durumda!
Unutmadan, insanların yüzü hep gülüyor İmece Evi’nde!







16 Temmuz 2008 Çarşamba

Tatil vakti!



Gez'inti' hanım sonunda yola çıkıyor! Malum ne zamandır poposunun üzerindeydi, vakti gelmişti artık. ;)

Küçükkuyu yakınlarında bir ekolojik çiftliğe gidiyor tatile, 'İmece Evi' ismi... Pek bir güzel, pek bir doğal... Ruhunu dinlendirecek belli ki bizimki... Yok yooook, yalnız değil sevgilisi ile gidiyor tabi! Bir hafta başbaşa bir tatil, kulağa hoş geliyor değil mi? İhtiyacı vardı artık, yoruldu hem poposunun üzerinde hem de bilgisayar başında oturmaktan.

Defterini kalemini hazırladı şimdiden, bakalım neler anlatacak bize gelince! Orada internetten uzak duracak haliyle... ;)

P.S. Meraklısına ;) http://www.imeceevi.org/index.php

gez'inti'

13 Temmuz 2008 Pazar

Çin'deki İnsan Hakları İhlallerine Karşı Havadan Görsel Sanat Eylemi


Dün sabah erkenden kalkıp, UAÖ gönüllüleri olarak, Pekin Olimpiyatlari kapsamında Çin’deki insan hakları durumunun düzeltilmesi ve reformlarının gerçeklesmesi talebimizi duyurmak üzere Taksim'de Galatasaray Lisesi önündeydik. Bizle birlikte dünyanın 28 ülkesinde yüzlerce insan hakları aktivistleri de aynı talep içerisinde eylemlerdeydiler. Her ülke EŞİTLİK, ONUR, ÖZGÜRLÜK ve ADALET kelimelerinden birini yazdı. Bize düşen de EŞİTLİK oldu.

Eylemin içeriği gereği hepimiz birgün öncesinden simsiyah kıyafetlerimizi hazırlayıp, sabahın erken saatlerinde düştük yola.

Uzuuunca ugraşlardan sonra harflerimizdeki yerlerimiz alıp, pardon yatıp başladık eyleme... Basın açıklaması 11:00'de yapılacaktı lakin biz yarım saat öncesinde hafif sağa, hafif sola, biraz yukarı, yok olmadı aşağı şeklindeki birkaç denemeden sonra 'EŞİTLİK' yazısının birer parçasıydık. Kısa bir süre sonra da asfaltın birer parçası olduk! ;) Sabahın köründe öyle sıcak olur mu demeyin! Olur(muş)... Bir saat güneşin altında bekledikten sonra hepimizin altında bedeni kadar ıslaklıklar vardı. :)



Eylem son derece sakin geçti. En güzel yanı da etrafta olanların meraklı bakışlarının katılıma dönüşmesiyle, EŞİTLİK yazısının etrafında aktivist yetersizliğinden oluşturulamayan halkanın hep birlikte oluşturulabilmesiydi. Gerçekleşen katılım, gerçekten çok mutlu ediciydi...

Basının ilgisi, öncesinden haberdar edilmelerine rağmen, çok da büyük değildi... Gazetelerde de yer alma yüzdesi yine çok yüksek değildi. Ben yine de başarılı bir eylem olduğu kanısındayım, gerçekleş(ebil)miş olması bile bir başarı başlı başına ki o da başka bir mevzuu!

Eh bir başka eylemde görüşmek ve yazışmak üzere, insan hakları ihlallerinin olmadığı bir dünya için elele diyelim :)

özge

17 Haziran 2008 Salı

Kalp kafalı insanlar


Kalp kafalı insanların beyinleri kalbidir. Kalbi de beyinleri…

Kalp kafalı insanlar kolayca incitilebilir, incinebilirler ama kolayca incitemezler… İncittiklerinde de daha çok incinirler. Kalp kafalı insanların hayatları, kendileri kadar başkalarına aittir. Etrafındakileri kollamak, desteklemek, derleyip toparlamakla yükümlüdür kalp kafalı insanlar. Sevilirler sevilmesine de, insanlar ne zaman dönerlerse dönsünler bıraktıkları yerde bulacaklarından, kalp kafalı insanları kırmamak, ihmal etmemek konusunda pek de hassas davranmazlar. Bulurlar da döndüklerinde… Lakin kalp kafalı insanlar sevilirler, gerçekten sevilirler ve hissederler de bunu. Hissettikçe büyür kalpleri, güler yüzleri…

Bir kuşun kanadına tutunmuş uçarken, bir yıldızdan diğer yıldıza zıplarken ya da ayın kenarına oturmuş size gülümserken görebilirsiniz kalp kafalı insanları. İçleri ne kadar acısa, sıkılsa, omuzları ne kadar yere yaklaşsa da hep gülümser kalp kafalı insanlar. Bilirler ve inanırlar ki ‘sevgi’ açacaktır her kapıyı…

Hepimizin hayatında vardır kalp kafalı insanlar, benim de var… Belki hepimiz de birilerinin hayatında kalp kafalı insanlarızdır kim bilir.

Hayatımdaki kalp kafalı insanlara, hayatlarını benimle paylaştıkları, beni kolladıkları, bana destek oldukları, beni derleyip toparladıkları için teşekkür ederim.

Kocaeli Derince İzci Kampı'ndan manzaralar...





Gez’inti’ hanım Kocaeli’deydi son iki buçuk haftadır… Dağ başında bir göl kenarında izci kampında outdoor eğitim yapıyordu. ‘Buraları görmelisiniz, cıvıl cıvıl kuş sesleri, yemyeşil olmuş ağaçlar, gündüzleri yakan güneşe tezat akşamları yanan şömine ateşi başında oturuyorum geç saatlere kadar dost sohbetleri eşliğinde’ telefon konuşmalarını süsleyen temel cümlesiydi gez’inti’ hanımın bu süre zarfında.


Tatile gelmiş olsa keyfine diyecek olmazdı bizimkinin lakin iş için oradaydı ya arada bir mızmızlanıyor, homurdanıyor, suratı asılıyordu. :)


Bunca yıllık ömründe görmediği kadar çok leyleği bir tarlanın üzerinde görüverince hayrete düştü birgün! Kocaman kocaman leylekler tarlada dolaşıyorlardı. Eh bir gülümseme kondu tabi yüzüne. :)




Geceleri kurbağa sesleri ile birlikte gökyüzünde saymakla bitmeyecek yıldızlar görüyordu.
Sevgilisi yanına geldi son hafta, birlikte gece göl kenarında yürüyüş yaparlarken bir minik kurbağa kesti önleri, hemen makineye sarılıp görmüş olduğunuz fotoyu çekti :)






Sevgilisinin baykuş olduğunu tahmin ettiği ilginç bir kuş gördüler bir evin çatısında, köpek havlamaları bozdu gecenin sessizliğini ara ara… Pek bir keyifliydi bu yürüyüş!

Yakıp kavuran güneşin altında yürürlerken dallardan erik çaldı gez’inti’ hanım, tabiat ana onu bir küçük yılanla cezalandırmak istedi (yılandan çok korkar kendisi) ama o yılanı parmaklarının arasına aldığı gibi gözlerini gözlerine dikti gitmesini söyledi. Zavallı yılan bu ürkütücü bakışlardan ve parmaklardan kurtulur kurtulmaz cezayı mezayı unutup arkasına bile bakmadan yola koyuldu. :P Bknz: yılanlı foto




Gez’inti’lik ruhuna işlediğinden, hemen ertesi sabah taaa aylar öncesinden almış oldukları Mark Knopfler konser biletleri ile konser keyfine varmak için sevgilisi ile İstanbul yollarına düştü gez’inti’ hanım.


Beşiktaş – Kuruçeşme arası yollarda ellerinde bira şişesi ile bir taraftan bu keyifli yürüyüşün tadını çıkarıyor bir taraftan da İstanbul’u özlediğini fark ediyordu. Ne garip bir şehirdi bu şehir, ne kolay bıktırıyor kendinden ve ne kolay özletiyordu kendini… Ellerinde bitmemiş biraları ile Kuruçeşme ye geldiklerinde konserin yaklaşık 40 dk önce başladığını gördüklerinde biralar hooooop çöpe, bizimkiler içeriye şeklinde bir görüntüye şahit oluverdi etraftakiler J Ardından güzel bir konser dinletisi, boyu kısa olduğundan bulduğu her yükseltiye çıkma ihtiyacı hisseden ve çıkan gez’inti’ hanım, kafasında sevgilisinin ona aldığı iblis -;)- tacı ile hem izledi hem de dinledi konseri.




Ertesi sabah ilk otobüs ile dogru Kocaeliye, eğitime… Bir kapanış koşturmacası içinde Pazar oldu ve bitti her şey. Buraya dönüş yolculuğu hakkında da bir şeyler yazmak lazım ama ölümsüzleştirmeli mi ölümsüzleştirmemeli mi bilemedi bizimki o yüzden şimdilik erteledi ;)

3 Haziran 2008 Salı

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.



Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala. Ama, seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, farketmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki. Usulca uzandım,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. Romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle. İşin gerçeği budur. Yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. Bembeyaz bir yalnızlığın olmalı senin de. Lekesiz bir yalnızlık. Lekelenmeye müsait bir yalnızlık.Tedirginliğini buna bağlıyorum senin de. Korkma lütfen,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Çocukluğumdan söz etmek isterim sana, eğer sıkılmazsan. Bir gün otururuz evde, ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. Kaç yaşımdaysam, o kadar yıl sürer konuşmam. Çay pişiririz. Çaydanlığa su yerine votka koyarız sen dilersen. Sonra da sen anlatırsın: Sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları, sevdiğin canlıları, sevdiğin... hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. Ben sıkılmam. Ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. Seni hayal ederken keşfettim sıkılmamanın azametini. Bir insan, bir insanı sıkamaz. Bir insan canı isterse sıkılır. Hacimler açarım sana içimde, dolman için, oraya akman için. Hacimler açarsın bana; çağlayarak gelirim. Endişelenmen gereksiz,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Küçük İskender

kırk gün kırk gece 25 yaş!




Bir sürü mum üfledim, bir sürü dilek tuttum, malum 20ye yakın olmaktan uzaklaşıp 30la tanışmaya yola çıktığım anlar şu günler!

Hiç yok artık demeyin, 25 tam ortası, sonra 30a geliyorum... 'Amaaaan Özge' lik bir durum yok, elimizdeki bu! ;)

Gez'inti' hanım ayrı bir telaş içinde tabi, ödü patlıyor daha çabuk yorulacak, enerjisini kaybedecek, daha önemlisi de istemeyecek canı gezmeyi diye! Offf nasıl nefes alacak gidemezse? Sakinleştirmeye çalışıyorum onu, usul usul konuşuyorum bulduğum kuytu köşelerde, sakin ol diyorum, bak ben zaten düşünüyorum, sen de düşünme bunları, ben tanıyorum kendimi seni de tanıyorum, yıllardır birlikteyiz ne de olsa, az mı çektik birbirimizden! Ben seni seviyorum diyorum tekrar tekrar...Biraz sakinleşiyor bizimki...

Bu yıl gez'inti' hanım pek renkli bir doğum günü geçirdi, 31 mayısta sevgilisi ile bir gece, 1 haziran sabahı sabah 06:30 ile 08:00 arası (!!!) Salacak'ta sevgilisi ile bir kahvaltı, 1 haziran günü ofisteki arkadaşları ile santralde bir kutlama, 1 haziran akşamı sevgilisi ile bir gece, 2 haziran yine iş arkadaşları ile yemyeşil olmuş bahçelerinde iki kocaman pasta ile kutlama, 2 haziran akşamı Özgesi ile bir akşam yemeği, susmayan telefonları ve dolan e-posta kutusu ile tekrar tekrar dilek tuttu bizim ki! :) Aman bir mutluydu ki sormayın!

Canım anneme ve babama bir teşekkür etmek, (yanıbaşımda olsalardı) sımsıkı kucaklamak geliyor içimden... Beni bu hayata bırakıverdikleri için ( şaka değil ha gerçekten bırakıverdi bizimkiler beni ;) - hafiften de sitem var çaktırmayın- ) kendim daha hızlı öğrenirmişim herşeyi ( şüphe mi ettiler ne! ). Okusalar kızarlardı bana, hele annem, 'aşk olsun Özgeciğiiiim' derdi :) Ben çok mutluyum yaşıyor olduğum için, çok çok teşekkür ediyorum onlara da bana bu fırsatı tanıdıkları için!

Eh hadi bakalım 25 yaş, biz geldik gez'inti' hanımla birlikte sana, sen de yaşat yavaş yavaş ne çıkacaksa 25 yaş çuvalımızdan bahtımıza! Hazır ve nazır bekliyoruz!

gez'inti' & Özge

28 Mayıs 2008 Çarşamba

iç(i)


iç(i) acıyınca


iç(i), başka bir iç oluyor


içleniyor içten içe


içerdekiler de bilmiyor


içerde nasıl içlendiğini için(in).

özlemek




Bugün gez’inti’ hanım sevgilisiyle uzun uzun telefonda konuştuktan sonra, onu çok özlediğini hissetti.

Sonra özlemi nasıl tanımlamalı, nasıl dökmeli kağıda (bu devirde klavyeye) diye düşündü…

Özlemek bir histi nihayetinde. Gerçi hisleri tanımlama konusunda inanılmaz zengin bir dilimiz vardı, midesi ekşimek veya ayağı karıncalanmak dediğimizde hepimizin aynı şeyden bahsediyor ve aynı şeyi anlıyor olması gibi.

Hemen TDK’ya baktı eve gelince. ‘İnsan’ tanımlamasından ötürü müptelası idi kendisinin ne de olsa… Buyrun efendim, işte tanım:

Özlemek: Bir kimseyi veya bir şeyi görmeyi, kavuşmayı istemek, göreceği gelmek.

Paketten bir de Peyami Safa’nin bir sözü çıkıyor,

‘’Ben, bütün hayatımda bu sadeliği özledim’’

Gez’inti’ hanım hemen ‘hıh’ dedi tabi, ‘ben sevgilimi özledim, neyleyim sadeliği…’
İnsanın birini özlemesi güzel ve biraz da bencilce sanki.. Demek istediğim şu ki özetle, orda burda olma sen –nedeni her ne ise- gel yanımda ol, ya da gelme ama yine de yanımda ol (ben geleyim/ birlikte gidelim vs) Neden mi? Çünkü özledim seni!

Gez’inti’ hanımın bunca yıllık (!) ömründe birine neden gidiyorsun, gitme, kal demişliği yok, gitmesine müdahele etmişliği de haliyle… Doğası gereği diyemez zaten, tanıyanlar bilir…

Ama özler işte, anlar da hem gidenleri, gitmek isteyenleri, gitmek zorunda olanları… En azından anlamak için çaba gösterir. Zamanı gelince olur her şey…
Sevgilisi gitmek zorunda olduğu için gitmiştir. Bizimki ‘gel artık’ diye mıyıklandığında, ‘bizim gerçeklerimiz de bu’ der gez’inti’ hanıma… Haklıdır da… bilir gez’inti’ hanım da bu durumu ama serde özlem vardır işte!

Bir gece,

Gecede bir uyku...

Uykunun içinde ben...

Uyuyorum,Uykudayım,Yanımda sen.


Uykunun içinde bir rüya,

Rüyamda bir gece,Gecede ben...

Bir yere gidiyorum,Delice...

aklımda sen.


Ben seni seviyorum,Gizlice...

El-pençe duruyorum,

Yüzüne bakıyorum,

Söylemeden,Tek hece.


Seni yitiriyorum

Çok karanlık bir anda...


Birden uyanıyorum,

Bakıyorum aydınlık;

Uyuyorsun yanımda...

Güzelce.

27 Mayıs 2008 Salı

Daldan dala yazı

Akşam sesleri kulağımda, ellerim bir bir klavyenin tuşlarına dokunuyor...

Aklımda ne yazacağıma dair en ufak bir fikir yok, parmaklarım nereye giderse, içimdeki ses ne derse, alakalı alakasız, anlamlı anlamsız onları yazmak istiyorum... Düşünmeye fırsat tanımadan, filtrelemeden içimden gelenleri, aman ardından şöyle desem mi daha iyi olurdu, bak Özge bu cümle de çok devrik olmuş sil bunu baştan yaz hadi bakalım özne nesne yüklem, bırak artık şu özneyi sona getirme huyunu deyip deyip değiştirmeden yazdıklarımı. Yayınlamadan önce okumamak geliyor içimden...

Gez'inti' hanım mı?... Kim bilir aklı nerelerde yine.. Bugün çok da dinlemedim onu, biraz popomun üzerine oturma zamanım geldi diye düşündüm... Sonra önümdeki günleri düşündüm... Bir ara dünyadaki şanslı insanlardan biri olduğuma inandım, aslına bakarsan şu an hala inanıyorum. Bir ara gez'inti' hanım aklımı çelmeye kalktı, lonely planetta gezindim biraz, sonra toparladım tekrar hadi Özge dedim, devam, devam... İşler seni bekler.

Şanslı olmaya gelince - bu arada başladım hafiften silip tekrar yazmalara, eh parmaklarımın özgürlüğü de bu kadar demek- küçükken hep çok şanslı ve çok özel bir insan olduğumu düşünürdüm, inanırdım üstelik buna! Artık inanmıyor musun diye sorarsanız, şanslı olduğuma evet inanıyorum ama özel olmama daha farklı bir anlam yükledim son zamanlarda. Özel olduğumu hissettiren hayatımdaki kişiler aslında, yani onların bana yüklediği bir anlam bu, beni sevmeleri, bana dokunmaları, sarılmaları... Özel olduğumu hissettiriyorlar... Ve bir teşekkür borçluyum onlara, bu güzel hissi bana yaşattıkları için. Hayatımda oldukları için, beni sevmeye layık gördükleri için... Az buçuk da olsa karşılığını verebiliyorsam ne mutlu bana...

Önümde koca bir ıhlamur ağacı var, tomurcukları doruk noktasında,bir kaç haftaya varmaz açar ve yayar ortalığa mis gibi kokularını... Bu beton şehirde, siyah demirlerin arasından da olsa bu ağacı görmek mutlu ediyor beni, onu izlemek... Kokusunu içime çekmek, baharda yeşerişini, ardından çiçek açışını ve sonra döküşünü önce çiçeklerini ardından yapraklarını.. Kışın çırılçıplak kalışını..

Bu ağacın başka bir özelliği de var, yalnızca ağacı gören ve yalnızca ağacın gördüğü evler için... Yaşamlarımız için doğal bir saygı perdesi kendisi, sessizce usul usul örtüyor camlarımızı, gizliyor yaşamlarımızı...Tüm perdeler, camlar, kapılar açık yaz aylarında... Ardından kış geliyor ve o yapraklarını döktükçe gün batıyor ve kapanıyor yavaş yavaş perdeler, ne de olsa artık ne yaprakları var ıhlamur ağacının ne de çiçekleri... Aynaya bakar gibi bakarlar yoksa birbirlerinin yaşamlarına...

Aynaya bakar gibi dedim çünkü çok da başka şeyler yaşamıyoruz sanırım birbirimizden... İnsan büyüdükçe (!) -hala büyüdüğümü düşünüyorum, sanırım 50 yaşıma geldiğimde de büyümekten bahsedebileceğim :) - yaşadıkları daha mı normalleşiyor ne? Belki de gözleri normalleşiyordur kim bilir... Sahi var mı bilen? Belki yine çok acıyordur içi veya heyecandan fırlayacak gibi atıyordur içi de belli etmemeyi başarıyordur, malum yılların tecrübesi var aynı sahnede! Hem kendine hem de etrafındakilere harika bir performans sergiliyordur ve hatta kimileri bir oyun izlediğini bile unutuyordur!

Birlikte oynadığın kişilerle metni paylaşmakta fayda var sanırım. Kimi zaman unutuyor insan ne diyeceğini, ne yapacağını, elini ayağını nereye koyacağını, bu gibi durumlarda bir iki suflör hayat kurtarıcısı oluyor!

gez'inti' (bu kez içerlerde bir yerde)

Kelebek


sen ki müziksin, müzik dinlerken hüznün niye?

tatlılar kavga etmez; sevinç, sevinçle coşar.

sana zevk vermeyene katlanırsın ne diye?

can sıkanı bağrına basmanın ne anlamı var?

birbirine eş olan hoş seslerin uyumu yine de kulağına sıkıntı mı veriyor?

bil ki ahengin sana tatlı bir sitemi bu:

"parçaları dinleyip tümü unuttun," diyor.

dinle, iyi bir koca gibi, tek bir tel nasıl yaratırsa eşiyle birlikte hoş bir ezgi,

baba, çocuk ve mutlu ana, yapıyor fasıl:

kulakları okşuyor tek bir sesin ahengi.

o sözsüz şarkı sanki tek bir ağızdan sana

"değerin olmaz," diyor, "yaşarsan tek başına."
W.SHAKESPEARE

26 Mayıs 2008 Pazartesi

eros, c'est la vie


'Keşke çingene olsam' dedi dedi sonunda oldu! Kısmet o güneymiş :) Yaz geldi ya renklendi bizimki iyice, bir anda heyecanlanıp tüm renkleri üzerinde buluverdi!


Bilenler bilir, aşık olmuştur gez'inti' hanım... Yok yooook bu kez oyle ota böceğe çiçeğe değil, bal gibi bir adama aşık olmuştur. Hiç 'daha neler canım, sen de! ' demeyin, oldu işte... Bakın fotoğrafa da görün bu çingene çifti ( ya da kendini çingene hisseden) :)


Burası bir film seti falan değil, Olympos, Kadir'in yeri... Subat 2007'ye kadar yemyeşilmiş buralar...Sonra elektrikli battaniyeden(?) bir yangın çıkmış ve heryer kül olmuş... Ardından iki ay içinde tekrar yapmışlar Kadir'in yerini, içeri girerken solda 'Küllerimizden yeniden doğduk' yazısı karşılıyor bizleri... İnsanın içi burkuluyor ister istemez... Şöyle bir kafamızı kaldırıp baktığımızda ağaç evler yerine gelmiş gelmesine de yeşilden eser yok, yeni yeni dikilen ağaçlar var tek tük... Buranın eski halini bilenler daha da üzülüyor belli ki duruma... Lakin dostları terk etmemiş Kadir'i, hala geliyorlar birlikte doğuyorlar belli ki...


Fotoğrafta arkada yazan yazı açıklıyor gez'inti' hanım ve sevgilisinin buradaki halini az buçuk... 'I came, I saw, I stayed'


Tutmayalım en iyisi bu çifti biz, baksanıza dans etmeye hazır ve nazır bekliyorlar, hafiften de kurtlanmış bir halde.. Ellerinde buz gibi biralar... Anlaşılan o ki gece uzun ve hareketli olacak... Kaçalım ufak ufak iyi eğlenceler dileyip! ;)


Eros, c'est la vie!


gez'inti'

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Akdamar Adası


Gez'inti' hanım, Akdamar Adası'ndaydı bugün. Daha önce de görmüştü ya adayı, o nedenle pek de istekli gitmedi doğrusu. Ama 'yol' olunca mevzuu hayır da diyemedi tabi...


Bizimki bugün suyu görünce bir mutlu oldu bir mutlu oldu ki sormayın! Bir de güneş ayçiçeği gibi açıverince gökyüzünde, vapurla adaya giden gez'inti' hanım, kocaman kocaman gülücükler yolladı gökyüzünde dolaşan kuşlara!


Ermeni kilisesini gezdi sonra. Bol bol söylendi restorasyon diye kiliseye konan metal, cam duvarlara, pencerelere... Ah bu memlekette ne zaman bileceğiz birşeylerin değerini diye diye dolaştı etrafını kilisenin.


Sonra gelip mis gibi bir menemen yedi Kaşıbeyaz'dan çakma Saçıbeyaz Restaurant'ta! :) Uzun uzun sohbetler etti dostlarıyla. Selam olsun burdan onlara!


Ve sabahın erken saatlerinde yeni bir yola çıkmak için hazırlıklarını yapıyor şimdi, başladı pıt pıtlar ufaktan. Eh bir de gidilecek şehir İstanbul olunca, neylesin ki başka?


Dönüyorum mu demeli soranlara, gidiyorum mu bilemedi...


3 gündür yaşadığı şeyler yüreğini sızlattı bol bol, en çok da bugün sızladı.. Son zamanlarda iyice duygusallaştı bizimki, hemen açıyor çeşmeleri sonuna kadar.. Yeni modamız ise burun kemiğinin sızlaması, sık sık bundan şikayet ediyor, sevmiyor bu sızıyı, çok canını acıttığını söylüyor.


Al işte gidesi geldi bile yine! Hiç gelemiyor bu aralar üzerine gelinmesine.. Aman kapatalım konuyu, çeşmeler malum...


gez'inti'


18 Mayıs 2008 Pazar

Bir deli ağaç


‘Bir başka gün, öğle yemeğinde benimle birlikte olabilmek için bizim fakültenin yemekhanesine gelmişti. İlk baharın o en taze kokan ilk günlerinden biriydi. Yemekten sonra deniz kıyısına, oradan da eve gitmemiz için ısrar etmişti. Oysa ben kıramayacağım, ayrıca kırmak da istemediğim, bir derse yetişmek zorundaydım. O gece ikimizinde ayrı ayrı calışması gerektiğinden –sınavlara az kalmıştı- ertesi gün buluşmak üzere ayrıldık –azıcık üzgün ama hiç de derinden kederli değil-.


Gercekleşmeyen öpücüğün ardından pipo içerek bahçeyi seyreden adama bakarken derin bir keder duydum oysa, gözlerim doldu dolacak oldu. Yarım kalmış, yinelenmesi olanaksız bir an daha işte. Neden vaktinde bilmez insan? Neden her güzelliğe sonuna dek yapışmakta direnmez? Neden çok sonra anlar en küçük yaşam kırıntısının bile değerlendirilmesi gerektiğini?’


Bir Deli Agac / Pınar Kür

geziyor inti


Van'dayım şu an... İlvan Otel'inin 110 numaralı odası... Hafiften loş içerisi, biraz da rutubet kokusu var, minik bir elektrik sobası içeride(dikkat! tarih 18 mayıs) , var gücüyle ısıtmaya çalışıyor odayı...

Ankara'daydı bir haftadır, henüz 3 gün oldu Van'a geleli lakin gidesi geldi bile bizim gez'inti' hanımın. Malum yeni gezilecek yerler var kafasında, önceden yapılmış, kalbini pırpır ettiren yolculuklar ve haliyle yaşanacak anlar... Özledikleri var, biri ondan kilometrelerce uzaklaştı bugün... Tesellisi de var ama, sayılı ya hep günler, hiç kandırmadılar, hep göz açıp kapayıncaya kadar geçtiler bunca zamandır, bu sefer de geçip kavuştursunlar özledikleriyle diye bekliyor.

Odasını güzelleştiren iki kişi var, 'kişi' ama dikkat! Okurlar belki diye sevgi gönderiyor onlara... :)

gez'inti'