26 Aralık 2009 Cumartesi

Bir Kitabevi ve ben


Ben Bandırma'da büyüdüm, kendimi Bandırmalı hissetmesem de ( hiçbiryerli hissetmeme durumu benimki) tüm ilklerimi o şehirde yaşadım.

Ozan Kitabevi ve dolayısı ile Rahmi abi ile tanışmam da bu ilklere tekabul eder. Benim zamanımda kocaman ( belki ben küçük olduğumdan) bir kitabevi idi Ozan Kitabevi. Bir hafta olmasa diger hafta mutlaka giderdim/giderdik. Kitaplarımızı alır, aybaşında babalarımızın ödeyeceği hesaplara yazdırırdık.

Rahmi abi bize kitaplar önerirdi.. Rahmi abi'nin önerilerine güvenirdik. Her yıl başka kitaplar, yaşımıza göre. Kitapları sevmemi, onlara sığınmayı, inanmayı öğrenmemi annem ve babama olduğu kadar Rahmi abi'ye de borçluyum kuşkusuz.

Yalnızca kitapları değil, sosyal sorumluluk dediğimiz, bugün hayatımın heryerini kaplayan şeyi de aşılamış, ben şimdi farkediyorum. Neredeyse Ozan Kitabevi'ne son gidişimden 10 yıl sonra... Nasıl mı? Unicef'in özel zamanlar için (yılbaşı, doğumgünü) kartlarını, ayılarını getirtirdi, elinde kalmasını göze alarak ve anlatırdı bize.

Muhtemelen hatırlamıyordur Rahmi abi beni, kimbilir kaç çocuğa/gence gösteriyordu bana gösterdiği ilgiyi, samimiyeti. Yine de selam olsun ona buradan...

Her çocuğun ve gencin bir Rahmi abisi, saatlerini geçirebileceği bir kitabevi olması dileğim. Çok içten...

Neden mi gitmiyorum 10 yıldır? Çünkü Ozan Kitabevi, o eski güzel yerini, -1. katta küçücük bir yere taşıdı, taşımak zorunda kaldı.

Üzülüyorum ve kızıyorum, oturduğum yerden evet haklısınız.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Seval yaz dedi, yazmam lazım!


:) Canım arkadaşım, az önce buluştuk onunla, kısıtlı zamanlarda büyük büyük paylaşımlar yaşıyoruz, buna da şükür...

Bugün İstanbul'u uzuuun bir aradan sonra sevdim. Hatta bakmaya doyamadım. Seval pazartesi günü mesai saati olmasına verdi, haklı olabilir, ne zamandır böyle bir zaman aralığında gezmemiştim.

En güzel yeri vapurları İstanbul'un, ama yeni vapurlar değil, eski, içinde yuvarlak masaları olan ve oturunca yanıbaşında çay satılan vapurları :) Bir de kuşları tabi... Sığırcıklar hava azıcık kararınca basıyorlar şehrin gökyüzünü, gökyüzüne bakmayı hatırlayanlara akşam ziyafeti veriyorlar.

Hava titretmeyecek kadar soğuk, gökyüzü de maviydi bugün. 'İstanbul güzel' dedim. Özledim mi özlemedim ama belki bu şehirde hissetmediğim iç coşkusunu bugün aylardan sonra hissettim. Önce şüphelendim, geçici mi diye, sonra hem İstanbul'u hem de yaşamayı severken buluverince kendimi emin oldum, ardından da mutlu. :)

Güzel İstanbul, eskisi gibi.

Güzel hayat, eskisi gibi.

Ama bugün yeni hali ile, yeni ben ile :)

Not: Fotoğrafı aldığım adres: http://blog.haberturk.com/Aycelen/yaziD.asp?yID=178802&kID=56&yYaz=3

10 Aralık 2009 Perşembe

Yağmur

Ayvalık'a yağmur yağıyor. Cunda görünmüyor, gri olmuş gökyüzü.

Biraz yağmurun hüznü, biraz da dinginliği var üzerimde..

Sakin bir gün. Alışa geldiğimin, hep yaşadıklarımın tersine.

Çalışmak da ayrı keyifli böyle bir günde.

Uzun zaman sonra yeniden resim yapmaya başladım.

Uzun süreler/yıllar boyunca dinlendirdiğimiz parçalarımızı harekete geçirme zamanı artık.

Dondurulmuş ve yıllar sonra yeniden nefes almaya başlamış bir kurbağa gibi. Dün bir belgesel izledim de oradan geldi bu kurbağa :) Yazının seyri ile alakasız oldu ama öyle çıktı parmaklarımdan. :)

Sıra rüyaları yönetmekte. Okumam lazım bu konu ile ilgili, tek başıma baş edemeyeceğimi hissediyorum artık. İstemek de var tabi mevzunun içinde.

Yağmur hala yağıyor :)

2 Aralık 2009 Çarşamba

Doğa Açılımı


Anadolu'da bu zengin doğa olmasa, Türk, Kürt, Çerkez, Laz, 72 millet yan yana yaşamazdı. Bu nedenle açılım, hepimizin yegane ortak kökünden, doğadan başlamalı.


Demoktratik açılımla ilgili tartışmaları hayretle izliyorum.

Anadolu topraklarını karış karış gezmesem, gerçek manzarayı bilmesem, bir gün gelecek ülkeyi yönetenler Türk, Kürt, Çerkez, Laz hepsine sahip çıkacak diye umutlanacağım.

Oysa benim gördüğüm gerçek, bundan çok farklı.

Böyle giderse, ne Kürt kalacak, ne Laz, ne Çerkez, ne Gürcü, ne de Türk?

Çünkü hükümet, bir yandan Anadolu'daki uygarlıklara tek tek sahip çıkma söylemini yayarken, diğer yandan icraatlarıyla tüm bu toplulukların Anadolu'daki ortak köklerini yok ediyor.

Örnek mi? Yazık ki sayısız.

Sarıkeçililer, Türk göçerlerinin Türkiye'deki son temsilcileri. Onlar, Orta Asya'dan Anadolu'ya uzanan kadim bir kültürün canlı belgeleri. Hükümet, kendi istekleri ile göçmeye devam eden son Sarıkeçililer'e sırf göçtükleri için milyarlarca lira ceza kesiyor ve onları apartman katında yerleşik yaşama geçmeye zorluyor.

Munzur, hükümet tarafından baraj inşaatçılarına satılmış. Dere üzerinde sekiz baraj yapmak istiyorlar. Oysa Munzur, Dersim Alevileri'nin kutsal suyu, ibadet yeri. Satmak şöyle dursun, Munzur'a dokunmak bile itina ister. Durum böyleyken, ağzınıza Dersim lafını nasıl alıyorsunuz? Anlamak zor?

Hasankeyf Türkiye'nin en köklü Arap İslam yerleşimlerinden. İnsanlar orada binlerce yıldır Dicle kıyısında yaşıyor ve benzersiz aksanlarıyla Arapça konuşuyor. Dicle kıyısında yetişen narı topluyor, El Rızık Camii'nde ibadet ediyor. Hükümet ise Hasankeyfliler'i kendi rızası olmadan dağın başındaki TOKİ evlerine taşımaya çalışıyor, Dicle Vadisi'ndeki dünya mirasını sular altında bırakmak istiyor. Ertesi gün ise açılımdan bahsediyor.

Çoruh Vadisi'nin tamanını, baraj sularıyla yok etmeye kararlılar. Ne var ki, bu bölge Anadolu'nun en önemli Ermeni yerleşimlerinden. Sayısız köy, kilise ve hala kullanılan geleneksel tarım alanı hükümetin ürpertici su politikası nedeniyle sular altında kalacak, Anadolu'nun binlerce yıllık kültür belleği yerle yeksan olacak.

İstanbul'un orta yerindeki Sulukule'ye ne dersiniz? Romanlar da bu toprakların zenginliği, yüzlerce yıldır kardeşimiz değil mi? Öyleyse neden onları her yere uzak TOKİ evlerine sürüyorsunuz?

Macahel'de Gürcü kültürü hiroelektrik santraller nedeniyle nasıl yok oluyor, Tuz Gölü kuruyunca göl kenarındaki Kürt yerleşimleri ne hale geldi, Istranca Dağları'nda Pomak'lar nasıl yaşıyor, Küre Dağları Milli Parkı'nın suyunu satmak Türk kültürü için ne anlama geliyor? Konu hakkında daha çok örnek verebilirim. Ancak listeyi fazla uzatmayacağım. Çünkü şunu çok iyi biliyorum?

Bir toplumun karakterini kimliği ve dini inancından çok, yaşadığı coğrafya belirler.

Bu topraklarda doğan her bir insanın kökleri, bir ucuyla Çatalhöyük'e, diğer uçlarıyla Orta Asya'ya, İyonya'ya, Mezopotamya'ya ve sayısız başka coğrafyalara uzanır. Bu kökler, Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve diğerlerini ayırt etmeden hepimizi besler.

Bu nedenle ülkenin yöneticileri, bu topraklardaki çeşitliliğin kendisi kadar, Türkiye insanlarının ortak köklerini de korumakla mükelleftir. Çünkü bugün şahidi ve parçası olduğumuz bu çeşitliliğin asıl nedeni, işte bu köklerdir. Anadolu insanının kökleri yok olduğunda, çeşitliliğin kendisi de, açılım da imkansız hale gelecektir.

Bir toplumun ortak kökleri, yaşadığı yerdeki doğa ve kültür mirasından başka bir şey değildir. Bu mirasın varlığını tehdit eden her türlü girişim, o toplumun köklerine de telafisi mümkün olmayan zararlar verecektir. İşte bu nedenle hükümetin eylemleri ve açılımla ilgili söylemleri, birbiriyle olduğu kadar, ülkenin gerçek menfaatleriyle de çelişmektedir. Ülkeyi yönetenler, Anadolu'nun miras coğrafyalarını benzeri görülmemiş bir hızla satıp savmakta ve burada yaşayan insanları, köken ayırt etmeden, yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk ederek büyük şehirlere göçmeye zorlamaktadır.

Türkiye'nin zenginliğine sahip çıkmak için, bu coğrafyada yetişmiş insanların adlarını zikretmek yetmez. Daha anlamlı olan, bu insanların ortaya çıktığı coğrafyaların değerini anlamak ve oraları yaşatmaktır. Çatalhöyük'ün, Hasankeyf'in, Munzur Dağları'nın, Fırat'ın, Çoruh'un ve bize miras tüm coğrafyaların önünde saygıyla eğilmektir.

Çünkü Konya'nın sazlıkları ve Çatalhöyük olmasa, Mevlana'nın şiiri yarım kalırdı. Dicle ve Hasankeyf olmasa, El Cezeri gibi bir İslam alimi yaşamazdı. Munzur akmasa, Dersim Alevileri benzersiz bir kültür yaratamazdı.

Anadolu'da bu zengin doğa olmasa, Türk, Kürt, Çerkez, Laz, 72 millet yan yana yaşamazdı.

İşte tam da bu nedenlerle, suyu satan, ormanları parselleyen, dağları maden şirketlerine veren, Anadolu'daki kırsal bilgiyi hiçe sayan ve Anadolu'yu insansızlaştıran bir anlayış, ancak kağıt üzerinde açılabilir. Sahada ise kaybeder. Belki 72 milletin adı kalır, ancak aslı kaybolur. Coğrafyası elinden alınmış Anadolu medeniyetleri, birer birer dünya sahnesinden silinir gider.

Bana göre çok tartışılan açılım, hepimizin yegane ortak kökünden, doğadan başlamalı.

Açılımın sathı, sözcükler alemi değil, üzerinde yaşadığımız toprak olmalı. Açılım, bizi sadece birbirimizle değil, geçmişimiz ve geleceğimizle de buluşturmalı. En nihayetinde, böyle bir açılımın gücü, sadece bugünün Türkiye'sinin insanlarını değil, bütün kainatı kucaklamalı.

Bu söylediklerimin imkansız olmadığını, er ya da geç göreceğiz.

Çünkü her insanda bir ağaç gizlidir. Her sözcük bir meyve ve her düşünce bir tohumdur.

Yeter ki elimizde o ağacın kök salacağı bir karış doğa kalsın.

29.11.2009

Güven Eken
Doğa Derneği Başkanı
guven.eken@dogadernegi.org

29 Kasım 2009 Pazar

Kuş Gözlemi ve Muz Kabuğu


Dün kuş gözlemine gittik Sarimsaklı tarafına. Tam ismiyle Badavut aslında.

Bir göl idi aradığımız, bol taşlı, topraklı ve kumlu yollarda bata çıka sonunda göle ulaştık. Bizi bir sürpriz bekliyordu, hiç kuş yoktu! Su kuşları nerededir diye bakına bakına şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra atladık motora yeni bir yer aramaya koyulduk. Sonra bir tepeye vardık, manzara muhteşemdi. Masmavi denize güneş ışıltıları düşmüş, mevsim kış olduğunu çoktan unutturmuştu bize. Yine ortalıkta kuş görünmese de biz ıhlamurumuzu, bademlerimizi ve elmalarımızı afiyetle tükettikten sonra dönüş yoluna düştük.

Ayvalık girişinde bir su birikintisi var. Orada durup biraz bakalım dedik. Ve birkaç yeşilbaş ördek ile günümüze kuş kattık :) Sonra bir kızılkuyruk, birkaç sakarmeke, bir balıkçıl ve türünü anlayamadığımız beyaz bir büyük kuş :)

Fotoğraf konusunda da pek şanssızdım hal böyle olunca. Çekebildiklerimde de sağolsun kuş dostlar ya popolarını göstermişler ya da başlarının arkasını! :)

Bir daha ki sefere diyerek günümüzü sonlandırdık.


18 Kasım 2009 Çarşamba

Mum Alevi ile Oynayan Kedinin Öyküsü


Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
O evde bir de kedi vardı.
Geceler indiğinde kendi havasında
Mum yanar, kedi de oynardı.

Mumun yandığı gecelerden birinde
Kedi oyunlarına daldı.
Oyun arayan gözlerinde
Mumun alevi yandı,
Baktı,
Mumun titrek alevinde
Oyuna çağıran bir hava vardı.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukcasına,
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakcasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..
İlk kez gördüğü mumun yakmasına
İnanmayacaktı.

Kedi, oyunlarında büyüyordu,
Mum, üşüyordu yanmalarında.
Zaman ikili yürüyordu
Aralarında.
Bir ayrışım görünüyordu
Birinin yanmalarında
Öbürünün oynamalarında.

Kedi oyunlarında büyüyordu,
Yitirerek gitgide oyunlarını.
Mum küçülüyordu yanmalarında,
Yitirerek gitgide yakmalarını.

Oynarken büyüyen kedi yanacak,
Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.
Küçülen yaka-yaka aydınlatacak,
Büyüyen yana yana anlayacaktı.


Bir mum yanmasından
Ve bir kedi oyunundan
Kaldı sonunda
Bir gecenin tam ortasında
Bir evin bir odasında
Göz-göze susan
İki insan.


Mum yandı bitti,
Kedi büyüdü gitti.
Oyunlar karıştı gecelerde
Suskun uykusuzluklara.

O iki insandan, sonunda
Birinin anılarında kedi,
Birinin dalmalarında mum
Kaldı gitti.

Nerede bir mum yansa şimdi,
Nerede oynasa bir kedi,
Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri..
Bugün dün gibi oluyor,
Dün bugün gibi.
Mum ellerimi tırmalıyor,
Belleğimi yakıyor kedinin elleri.

Özdemir Asaf

Bugün ve Bugün

Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına.
Daha dün doğmuşuz sanki
Yeni okula başlamışız
Yeni sevmişiz

Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına
Yarın bitecek sanki her şey
Yarın ölecek gibiyiz.

Daha doymamışız yaşamasına
Günlerimiz dün bir, bugün iki
Sakın bir şey bırakma yarına
Yarın yok ki.

Özdemir Asaf

17 Kasım 2009 Salı

Cıvgın :) Sevgilimin elinden...

beyazperde ve sinema.com

iki site de güncelliğini yitirmiş durumda.

Aman diyim kendilerine güvenip, yollara düşmeyin. Hele hele eşinizle dostunuzla sinema planı yapmayın zira sonucu büyük hayal kırıklığı. Bir de bakıyorsunuz başka filmler gösterimde!

Bugün Erdem'le, hem beyazperde.com hem de sinema.com adreslerinde filmin gösterildiği yer olarak verilen Kadıköy Moda Sineması'na gittik ve filmin gösterimden kalkmış olduğunu öğrendik. Tüm keyfimiz kaçtı tabi, tıpış tıpış eve döndük.

Ben elimi ayağımı çekiyorum bu sitelerden, tüm sinemaların telefon numaralarını toplayıp telefonla ulaşacağım kendilerine.

Teknolojiyi boşuna sevmiyorum demiyorum işte, var bir bildiğim.

Ninenin bildiğinden şaşmayacaksın demelerinin bir anlamı varmış.

Hepinize duyrulur :)

30 Ekim 2009 Cuma

Dalından zeytin toplamak


Biz dün, dalından zeytin topladık. Ağaçtan yani, hem de kendi evimizin bahçesindeki ağaçtan :)

Çok güzeldi, şimdi sıra zeytinlerimizi hazırlamada :)

28 Ekim 2009 Çarşamba

Domuz gribi değilmiş

Manisa'da hayatını kaybeden üniversite öğrencisi gencin H1N1 testi negatif çıkmış, domuz gribinden ölmemiş yani.

Neden öldüğünü bilmiyoruz.

Büyüklerimizden iyilik gelir, korkmayın öpüşün pardon öpün

Sağlık bakanı açıklama yapıyor, memleketteki tüm gripler domuz gribi diye.

Öncesinde YÖK başkanı burnunu çekerek 'panik yaratmaya gerek yok, üniversite öğrencileri kendini koruyabilir, sakin olun' diyor. 'Benimki basit bir soğuk algınlığı, bünye yoğun tempodan yorgun düştü. '

İstanbul Büyükşehir Belediyesi her gece tüm toplu taşıma araçlarını ilaçlıyor.

Diyanet işleri Başkanı 'Korkmayın, bayramda büyüklerinizin elini öpün, dualarını alın, büyüklerinizden size hep iyilik gelir' diyor.

Panik yapmaya gerek yok, büyütülecek bir durum da yok, dün bir bugün de ikinci yurttaşımız öldü domuz gribinden, üstelik ikincisi (kendini koruyabilen) bir üniversite öğrencisi.

Biz büyüklerimizle öpüşmeye, pardon ellerini öpmeye devam edelim, iyilik gelsin, domuz gribi değil. İyilikleri toplar, domuz gribine aşı olarak kullanırız.

Panik yapmaya gerek yok.


25 Ekim 2009 Pazar

Flamingolara yolculuk


Bu sabah erkenden, saat 06:00'da kalkıp, Sarımsaklı yolundaki tuz havuzlarında yaşayan flamingoları görmeye gittik.

07:00'de kalkmayı planlamıştık ama dün saatler 1 saat geri alınınca 06:00'da kalktık ve flamingolar saatlerini geri almazlar diyerek düştük yola :)

Havuzlardan iç tarafta olanda duruyorlardı, yaklaşabilmek için mıcır dolu patikaya girdik.

Bu arada fotoğraf da çekeriz diye objektifleri, tripotu ve makineyi yüklenmiş gider haldeydik. Tüm bunları ben taşıyorum tabi ki. İlk durakta makinede pil olmadığını farkedip, hayal kırıklığımızı yaşayınca onu motorun içine koymaya karar verdik. Bunun, ne kadar doğru bir karar olduğunu az sonra anlayacaktık. Erdem'le aramızda tripotu tutarak motorla flamingolara doğru ilerliyorduk :) Kiiii, yoldaki mıcırlarda kayıp düştük!!! :) Benim daha önceden bir deneyimim var düşmeye dair, Erdem'inse bu ilk oldu. Birlikte düşüş anlamında benim için de ilk. Erdem'in bacağı incindi biraz, bense küçüklüğümden faydalanıp atıverdim önce tripotu sonra kendimi. Biraz onu dinlendirdikten sonra, flamingolara doğru yürüdük ve enfes bir gözlem yaşadık :) O kadar güzeldiler ki. Pembe gövdeleri, sudan hiç çıkarmadıkları upuzuuun gagaları ile... Her sayımda farklı bir rakama ulaştık, son kararımız 30 adet flamingo olduğu. Ben ilk kez bu kadar yakından gördüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum :)

Arada nasıl düştük geyikleri yaparak, zeytin ağaçlarının altında yanımızda getirdiğimiz ekmek ve balımızdan birer parça yedik. O esnada köpeği ile yanımızdan geçen amca ile selamlaştık.

Sonra motora atladık. Yine benim önümde tripot, tın tın gidiyorduk kiiii, köpek havlamaları geldi. Sonra iki köpek bize doğru koşmaya başladı, biri bağlıymış meğer, diğeri de amca ile gelen köpek. Erdem o esnada panikledi ve benim yavaş diye bağırmalarıma rağmen direksiyonu bir sağa bir sola kırınca biz hoooop bir daha düştük! Bu kez ilki kadar şanslı değildik, ikimizin de ayağı motorun altında kalmıştı. Erdem 'bu kez gitti ayağım' diye bağırırken, ben de kendi ayağımı kurtarıp ona yardım etmeye çalışıyordum Neyse, başardım ve onun ayağına baktım. Sıyrıklarla dolu idi. O esnada selamlaştığımız amca geldi, korkmuş, iyi olduğumuzu anlayınca köpeğinin hiç birşey yapmayacağını, motordan korktuğu için havladığını söyledi. O da üzülmüştü düşmemize. Sonra toparlanıp onunla vedalaştık...

Yine atladık motora, bu kez hastaneye... Erdem'in bileği acıyordu ve riske atmak istemedik. Acildeki dr birine çarpmadığımızdan emin olamadi ve bisiklet düşmesi olarak kaydetti bizi :) İkimizin de üstü başı toz içindeydi, pantolonlarımız yırtılmıştı ama bu onu iyice korkuttu sanırım. Ayak bileği ve diz kapağının röntgenini çektirdik, kırık, çıkık, çatlak yok dedi. Sonra evimize geldik ve gülüşe gülüşe kahvaltımızı yaptık :))

Böylece, flamingoları görmek için yola çıkmış, hastanede mola vermiş ve ardından güzel bir kahvaltı ile güne başlamış olduk :))

Evde dinlendikten sonra, kitabımızı sandalyelerimizi alıp plaja gittik. Erdem denize girdi. Düşünebiliyor musunuz, 25 ekim ve denize girebiliyoruz! :))

Güneşin altında sıcacık olduktan sonra, toparlanıp evimize geldik. Sonra doğru pazara :) Meyvemizi, sebzemizi de alıp eve dönüp karnımızı doyurduk.

Akşamüstü balkabağı, kar tanesi, çam ağacı, kalp ve kardan adam şekillerinde kekler yaptım, az önce çay eşliğinde yedik.

Bugün bir kez daha Ayvalık'a taşınma karaımızın ne kadar doğru bir karar olduğunu birbirimize söyleyip, mutlu olduk :)

Darısı büyük şehirden yorulmuşların başına!

Hatırlatın kendinize, aslında bir gün sandığımızdan çok daha uzun.




20 Ekim 2009 Salı

Gitmek




istiyorum bir yerlere...

Ama daha önce hiç gitmediğim bir yer olsun, bir de sevdiğim olsun yanımda.

Hakikaten, şu anda, şurda duran çantaya iki tişört bir pantolon tıkıp gidivermek istiyorum.

Gidivermek.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Özge & Erdem bebekler


Bunlar Özge & Erdem bebekler.

Dünya tatlısı bir insan yapıyor bu bebekleri, ismi Dilek, Dilek Süzen Uçar. www.seninbebeklerin.com ve www.seninbebeklerin.blogspot.com adreslerinden yaptığı tüm bebeklere bakabilirsiniz.

Sevdikleriniz için bugüne kadar kimseden almadıkları, harika bir hediye! :)

Buradan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum kendisine, kısacık zamanda beni kırmayıp bebeklerimizi hazırladığı için :)


.

Çok üşüdüm...

Uyudum... Uyandım... Git(miş)tin...

Gitmeni biz istedik, sanırım daha çok ben...

Seni görmek istedim, olmaz dediler. Bir daha eskisi gibi olamayacağımdan korktukları için. Birşey diyemedim.

Üzgünüm, gerçekten üzgünüm...


12 Ekim 2009 Pazartesi

Stresimi kaybettim, hükümsüzdür.


Bugün doktorlara gittim.

Önce fizik tedavi. sırtım, kolum ve göğsümdeki ağrılarım için. Neyi stres yapıyorsun bu kadar? diye sordu, 'iyiyim' dedim. Bir stresim yok. 6 ay kullanacaksın bu kez, kafana göre bırakma, kas yapışmaların yayılmış, artık iğne de yapamam dedi. Kabul ettim, tamam dedim.

Sonra diş doktoruna gittim, diş etlerim kanıyor. Enfeksiyon kaptın mı yakın zamanda? diye sordu, hayır dedim. Yoğun bir stres ve sıkıntı içinde misin peki, diye sordu. Değilim, dedim. Farkında olduğum bir stresim yok ama sanırım olmadığım bir stresim var, dedim. Bundan böyle, neyi stres yaptığımı düşünerek streslenicem. Temizledi, yarın da küretasyon yapacakmış, ne demek bilmiyorum. Yarın dişime ne yapacağını bilmiyorum.

Sıcak su torbası sırtımda yatıyorum.

Stresimi arıyorum..

11 Ekim 2009 Pazar

Bir kitap biter... mi?...

bu sabah kötü bir rüya ile 06:28'de uyanıp, uyku tutmayınca aldım elime kitabımı, bitene kadar okudum. Bitti.

Kitabımı kaybetmiş (baya kaybettim kitabımı) ve birkaç ay sonra bulmuştum :) O yüzden uzuuuuun bir ara vererek okuyabildim. Belki de gerekliydi bu ara.

İçim sızladı... Hep içim sızladı bu kitabı okurken. Yüzüm gülerken bile keder hissettim. Aklıma gelen, ileriki sayfalarda önüme geldi. Alt üst olma durumu ile bitti kitabım. Önce alt sonra üst olduğumda sorun yok ama altta kalıyorsam sonunda zor oluyor. Şöyle derin derin bir off çekmek geliyor içimden.

Hayat(ım)...

Hastalık hastası olma durumu(m)

Eski dostlara (hala da dosttur kendileri) sorsak yüksek ihtimal ve muhtemel beni soğukkanlı bir insan olarak anlatacaklardır. Öyleydim de vakti zamanında...

Hayatımda ne oldu ne bitti de bu özelliğimi neredeyse bütünüyle kaybettim bilmiyorum. Belki başka birşeyin / birinin / birilerinin kaybı kaybetmeme neden oldu. neyse o, bilmiyorum. Düşünmek de istemiyorum.

Tek bildiğim ben artık soğukkanlı bir insan değilim. Oldukça panik, korkak, birşeyden bin şey çıkaran, ya öyleyse ya böyleyse ihtimalleri ile kendini yiyen, oram ağrıdı hemen internetten bakayım neden olurmuş araştırmalarına ciddi vakitler ayıran bir kadın haline geldim.

Sırtımın sağ tarafı, sağ kolum, sağ koltuk altım ve sağ göğsümün sağ yanı ağrıyordu haziran ayında. Gittim doktora, psikolojik dedi, antidepresan verdi. Kas ve sinir yapışması olmuş. Bendeki de ne psikoloji ama! kası ve siniri yapıştırmışım birbirine! Bir ay kullandıktan sonra, mutlu mesut devam ettim hayatıma, ağrım falan da kalmadı. 20 gün kadar önce tekrar başladı. Yarın yine doktora gidiyorum, korkuyorum da, neden korktuğumu da bilmiyorum. Bir de diş etlerim kanıyor. Hazır hastaneye gitmişken, dişçiye de gideyim diyorum. Ondan da ayrı korkuyorum. Nedense tedavisi olmayan bir hastalığım çıkacakmış da, ölecekmişim gibi korkuyorum. Hayır olsun diyorum. Haplara devam etmeliyim belki de...

Böyle işte, sürekli kendimi dinleyip, oramda şöyle birşey var, neden acaba? buramdaki şunun sebebi ne olabilir? diye diye geçiyor vaktim bir süredir.

Sevmiyorum bu halimi.

Hastalık hastası oldum, bir trajik sabah programları eksik hayatımda, onları da izlesem tam olacak.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Bugünlerde en çok...


dizi izlemek istiyorum.


Evde, ayaklarımı uzatıp, çayımı yudumlaya yudumlaya dizi izlemek istiyorum.

Öyle bir bölüm falan da değil, baya baya takip edesim var diziyi. Hangi dizi olur hiçbir fikrim yok... En son Çemberimde gül oya'yı takip etmiştim. O gün bu gündür, hangi dizi ne hakkında, hangisi izlenir hangisinden hızla kaçmak lazım bilgisinin sahibi değilim. Hatta eşim dostum önerse ne de güzel olur.

Durasım geldi, olduğum yerde...


Dust in the Wind




I close my eyes, only for a moment, and the moment's gone
All my dreams, pass before my eyes, a curiosity
Dust in the wind, all they are is dust in the wind.
Same old song, just a drop of water in an endless sea
All we do, crumbles to the ground, though we refuse to see

Dust in the wind, all we are is dust in the wind

Don't hang on, nothing lasts forever but the earth and sky
It slips away, and all your money won't another minute buy.

Dust in the wind, all we are is dust in the wind
Dust in the wind, everything is dust in the wind.

24 Temmuz 2009 Cuma

En az 2 durumu :)

Evlilik dediğin bir fazla!


18 Temmuz 2009 Cumartesi günü saat 20:00- 20:30 sularında sevgili sevgilim Erdem ile evlendik.

Bugün evliliğimizin 6.günü. Hayatımızda hiçbirşey değişmedi. Demek ki evlilik dediğin ne bir fazla ne bir eksik.

Olur mu! Evlilik dediğin bir fazla! Artık iki tane soyadım var, Sönmez Vardar. Şimdilik ilginç bir durum. Hala imzam 'S' harfi ile bitiyor. Sonuna 'V' eklemeye de pek bir niyetim yok açıkçası :)

Teknede önce nikah ardından düğün yaptık. Hiç oturmadım gece boyunca. Sürekli dans ettim. Çok eğlendim çok. İlk bir saat feci bir dalga vardı, nikah memuru bir sağa bir sola dalgalana dalgalana kıydı nikahı. Sonra yine dalgalana dalgalana herkesle öpüştük. Bir tomar para yağdırdığımız makyajımız eşin dostun yanağında kaldı haliyle, bendeyse doğal bir pembelik! :)

Roman amcalar gece boyu çaldılar, yemekler yendi, rakı bardakları şerefimize kaldırıldı, şarkılar söylendi... Sülalece pek bir eğlendik. Annem tüm bu yaşanan mutlu tablonun üzerine ' İyi ki düğün istemiyordun kızım, bir de isteseydin seni nasıl zaptederdik bilmem' diye bir yorum yaptı. Ayakkabılarımı hızımı engelliyorlar diye bir süre sonra çıkarıp attım, roman amcalar bu sahneye ' Maşallah gelin hanım maşallah' yorumuyla eşlik ettiler! :)

18 Temmuz'u evli bir kadın olarak bitirdim, 19'unu ve bugüne kadar gelenleri de evli bir kadın olarak yaşadım. Benim olan şeylere, bir soyad bir de evlilik cüzdanı eklendi.

Cümleten hayırlı olsun.

Not: Fotoğraflar dostumuz Emir tarafından işlenince hemen paylaşıma açılacaklar. Eşe dosta duyurulur :)

5 Temmuz 2009 Pazar

ben bu kez gidiyorum

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun… İstemek de güzel.

CAN YÜCEL

insan...

yaşamının her anında mücadele eder mi?

eder...

'herşey hayatı daha anlamlı kılabilmek için' demişti.

Bugün çok daha anlamlı...

çığlık

kimi
zaman
sesli,
kimi
zaman
sessiz
çığlıklar
atıyorum
bu
aralar
...

19 Haziran 2009 Cuma

Sosyalist? Feminist? Buyrun konuşalım




İmza... Kafa karışıklığı... Saçma yahu... Birlikte yaşayabilelim diye... Ama kadın ve erkek eşit, bu önemli... Yine de evlenmek lazım birlikte yaşamak için, bir hayatı paylaşabilmek için, cinsellik için ( bir de bekaret mevzuu var, hiç giresim yok )... Pehh... Eş dost ne der sonra, ya da biz ne deriz onlara... Aile kutsal hem, imzasız aile olunmaz mı? Olur da kutsal olmaz, yok yok hiç olmaz. O zaman kötü kadın olursun, erkek ne olur, o iyidir hala canım ne alakası var allah allah...

Ne kadar sosyalist, ne kadar feministi(z)(m)? Kafam karışıyor... Canım sıkılıyor...

Evleniyorum işte, mutlu son.

Ev-li-lik

14 Haziran 2009 Pazar

Eğer/Jorge Luis Borges

Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya, ikincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum ilkinde olmadığım kadar. Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla. Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla; Daha çok güneş doğuşu izler, daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim. Dondurma yerdim ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eğer yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem; Yaşam budur zaten;Anlar, sadece anlar.
Sizde sadece anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbirşey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim, İlkbahar'da pabuçlarımı fırlatır atardım ve Sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım.
Bir şansım olsaydı eğer...
Ama işte, seksen beşindeyim ve biliyorum.
Ölüyorum...

13 Haziran 2009 Cumartesi


Kırılmaktan yorgun düşmüş
kentli bir kadının hikayesi...
Fasülyeden...
Babamın elinden tutup, kum
çıkarıyorum belki de...
Fasülyeden...
Kırmızı kedi merdivenleri
Fasülyeden yaşamlar...


Not: Hiç böyle bir ruh hali içinde değilim aslında şu an, hatta bir canım sıkıldı bunu yazarken... Vakt-i zamanında bir yerde okumuş, beğenmiş, defterimin sayfasına yazmıştım. Dün İstanbul'a dönerken, çantanın içinde peynir suyu( çantaya su içindeki peyniri koymak benim fikrimdi) dökülmüş deftere... Saçma ama böyle... Defter leş gibi peynir kokuyor, sayfayı kopardım, bu yazı da bunca zaman bekledi, bundan sonra blogumda dursun diyerek yazıyorum. Birşeyler ifade eder illa ki bir zaman, tarih tekerrürden ibaret nihayetinde...

5 Haziran 2009 Cuma

Roma! Roma! Roma!


Lonely Planet diyor ki,

' ... Beguiling Rome will swallow you whole, charm you to pieces, then leave you craving more.' :)

Roma yolcusuyuz ailecek pazartesi sabahı...

Bir de Floransa var rotada...

Take a deep breathe, dive in and prepare for sensory overload!

yihhuuuuuuuuu! :)

15 Mayıs 2009 Cuma

Çin yolcusu!


Gezinti hanım yarın Çin yolcusu.


Dubai aktarmalı Şangay'a gidiyor! 4,5 + 9,5 saat yolculuk!


Yepyeni yerlere, insanlara, hikayelere merhaba demeye! Tam 2 hafta boyunca! Şangay, Huang Shan dağı, Pekin...


Sevgilisi bekliyor onu orada, en içerde bir yerlerde hissediyor özlemini... Kavuşma heyecanı sardı şimdiden!

İstanbul'da mini giymek

Dün yazın gelmesinin heyecanı ile mini bir elbise giydim.

Altımda uzun kilotlu çorap. Ayakkabı olarak da diz kapağıma kadar çizme. Sıfır makyajla çıktım sokağa. ( sanki her zaman makyaj yapan biriymişim gibi oldu bu cümle de, yüzümde makyaj da yok, bu idi demek istediğim...)

Görünen ne bir ten, ne bir bacak ( etek ve diz kapağım arasındaki, kalın kilotlu çoraplı 4 parmak genişliği saymazsak... )

Otobüse bindim. Binene kadar durakta ayrı taciz, selektörler, kornalar... Noluyor, ne var anlamıyorum, ne hissettiriyor bu size, nasıl bir psikoloji bu? Otobüste oturduğum yerde ayrı taciz, 'çok güzelsiniz, telefon kullanıyor musunuz?' diyor karşımda oturan adam, elimde de telefonum, müzik dinliyorum kendisinden, ters oturmuş giderken yolumu biraz çekilebilir hale getireyim diye. Mal mısın, görmüyor musun elimde telefonumu? Kullanmıyorum, sana cevap vereceksem hiçbirşey kullanmıyorum! Alabilir miymiş telefon numaramı, neden olmasın, ben her önüme gelene dağıtıyorum zaten, başka şeyler de almak ister misin mesela?
İsteyecek misin onları da bir damla cesaret (varsa sende tabi) toplayıp kendinde?
Ben de merak ediyorum,
Beynini kullanıyor musun örneğin?
Kullanmayı düşünüyor musun ömrünün herhangi bir bölümünde?
Telefonumu versem, ne yapacağını bilip bilmediğini de merak ediyorum!
Hayır dediğimde ve sinirden güldüğümde kendini nasıl hissettiğini de merak ediyorum!
Benden sonra, sıradaki taciz edeceğin kadın hangimiz bunu da merak ediyorum!
Sen de birgün bedenin üzerinden tacize uğrarsan ne yapacağını merak ediyorum!
Sorabilir miyim istediğim yerde, istediğim zamanda sana bunları?
Ha aman atlamayayım, ben de bacağına parmaklarımda iki tık tık yapıp, öyle bana bakmanı sağlayacağım... Fırsattan istifade, gördüğüm, öğrendiğim, yaşadığım, bana yaptığın gibi...

Bütün yaz mini giyesim var.

2 günde Bergamo - İtalya!

Geride bıraktığımız pazartesi sabah erkenden İtalya'ya gittim. Bir ödül töreni idi sebebi ziyaretim. Hiç giresim yok içeriğine, keyfim kaçıyor düşündükçe.

2 yıl sonra tekrar İtalya sınırlarına giriyor olmak çok heyecan verici idi. Ayni tadi bulp bulamayacağımın endişesi de vardı haliyle içimde. Bu bir yazarın kitaplarını çok sevip, yeni çıkardığı kitabını hafiften bir korkuyla okumaya başlamak gibi birşey, ya yeterince etkilenmezsem diye...
Herşey çok güzeldi. Esin ile buluştuk, yanıma geldi. Birlikte gezdik, tozduk, pizza yedik, şarap içtik, kocamaaaan dondurmaları mideye indirip üzerine mis gibi kahveler içtik :) Uzun uzun dost sohbetlerini yazmaya bile gerek yok, iyi geldi ikimize de çok... :) Bavulumun içinde koca bir paket çay vardı, memleket özlemi duyan dostlara gitti. Mis gibi içip, bir parça olsun özlem giderebilsinler diye :)

Bazı küçük şehirler, hiçbir kitapta yer almaya layık görülmeseler de, lonely planet kitaplarında 4 günde italya, bir haftada italya bölümlerinde asla ama asla bulamayacak olsak da pek bir güzel, pek bir huzurlular. Ve direkt içine alıyorlar insanı kendi kültürlerinin. Bu anlamda çok mutluydum :)
Nasıl yeşil... En çok bizim memlekette parkların olmamasına üzülüyorum her Avrupa ülkesi seyahatimde. İnsan nasıl da özeniyor, çıplak ayakları ile güneşin altına uzanıp, hafiften şekerleme yapmaya, bikini ile güneşlenmeye, sevgiliye sarılıp uyumaya... Burda bir deneyelim de saniyesinde polisler gelsinler haydi en yakın merkeze ( suçu ne? parkta çıplak (!) uzanmak, toplum ahlakını bozmak...), hatta onlardan önce bir grup maço erkek topluluğu cep telefonları ile fotoğramızı çekmeye ve gözle veya elle tacize başlasınlar!
Neyse güzeldi Bergamo... Italya'ya yolu düşenlere görmelerini tavsiye ediyorum.


Doğası, tarihi ve insanları ile...

10 Mayıs 2009 Pazar

Peruk Takan Kadınlar


isimli kitabı okuyorum şu an.
işte arka yüzünden bilgi...

Peruk Takan Kadınlar

Hostes Leyla, Nevval Sevindi, türbanlı bir öğrenci ve Demet Demir. Bu dört kişinin ortak yanı Türkiye vatandaşı olmaları ve peruk takmaları. Ataman’ın yapıtında kadınlar, ayrı ayrı, nerede, ne zaman, neden, nasıl peruk taktıklarını anlatıyorlar. Ataman, görünüm değiştirmeyi, seçilmiş bir kimliğin yaratımını ya da verili durumdaki bir diğer kimliği maskelemeyi konu alan, bildik bir mecaz olarak işlemiş peruk takma olgusunu. Ama her dört örnek de, kimlik üretiminin genelleştirilmiş ve tarihsel anlamda sabitlenmiş biçimlerinin ötesine taşıyor; izleyiciyi, toplumsal cinsiyet ve devletin uyguladığı acımasız baskı üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor
Peruk Takan Kadınlar, film yönetmeni Kutluğ Ataman'ın video görüntüleriyle yaptığı aynı isimli enstalasyonun ham malzemesi olan röportajların kitap formunda sunulmasıyla oluşuyor.
Kitapta röportajların dışında ayrıca Erden Kosova'nın Kutluğ Ataman ile yaptığı söyleşi ve Vasıf Kortun'un "Hakikati Yanlış Yorumlama Hakkı" adlı yazısı da bulunuyor.
Sayfa sayısı: 126ISBN: 975-342-340-3
Basım tarihi: Kasım 2001



8 Mayıs 2009 Cuma

21 Nisan 2009 Salı

8 Nisan 2009 Çarşamba

Sen Nerdesin

Caddeden sokaklara doğru sesler elendi,
Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi.
Bir kömür dumanıyle tütsülendi akşamlar,
Gurbete düşmüşlerin başına çöktü damlar...
Son yolcunun gömüldü yolda son adımları,
Bekçi sert bir vuruşla kırdı kaldırımları.
Mezarda ölü gibi yalnız kaldım odamda:
Yanan alnım duvarda, sönen gözlerim camda,
Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye,
Yollarını bekledim görüneceksin diye.
Senin için kandiller tutuştu kendisinden,
Resmine sürme çektim kandillerin isinden.
Saksıda incilendi yapraklar senin için,
Söylendi gelmez diye uzaklar senin için...
Saatler saatleri vurdu çelik sesiyle,
Saatler son gecemin geçti cenazesiyle,
Nihayet ben ağlarken toprağın yüzü güldü,
Sokaklardan caddeye doğru sesler döküldü...

Faruk Nafiz Çamlıbel


Mutlaka ama mutlaka, kişi ömründe Timur Selçuk'tan dinlemeli bu satırları...

1 Nisan 2009 Çarşamba

Düş'e' Yazdım

Çocukluğum, bir dut ağacının üstünde geçti.
Belki bu yüzden daha kolay örüyorum kozamı.
Daha kolay saklanıyorum
İpekten bir yumağın tam ortasına
Ve belki bu yüzden
Daha kolay kanat çırpabiliyorum
En güzel çiçeklere mevsimleri geldiğinde...
Tırtılda benim,
Kelebek de...
Koza da benim,
Dut yaprağı da...
İstersem eğer;
Gökyüzü de benim,
Kekik tarlası da...

Ayşe Buket

29 Mart 2009 Pazar

yerel seçimler mart 2009

sandıklar açılıyor birer birer...

sandıklarınıza sahip çıkın diye uyarılarda bulunuyor birileri birilerine...

biz de bekliyoruz, hangi şehir şaşırtacak bizi diye.

ailece, dakika dakika...

'yurttaş' dedi bir belediye başkanı, seçildiği kesinleşince 'yurttaşlarıma teşekkür ederim' dedi.

Mario Levi'den...


'Karanlık Çökerken Nerelerdeydiniz?',
şu an okumakta olduğu kitap gez'inti' hanımın.


Yorumlar bitirince.

Yolda...

Çıkar çıkmaz ön satışla edinildi, pek bir sevildi...

Tam gez'inti' hanımlık yol hikayeleriydi, hepsi birbirinden ayrı tat bıraktı damakta...


Sevdiklerimize de tavsiye edildi blogspot vesilesi ile :)


Biraz geçkaldık paylaşmakta ama geç olması hiç olmamasından iyidir diyelim :)


Sessizce ayrılıp, iyi okumalar/yolculuklar dileyelim!


gez'inti' hanım

bu 'ara'lar


ne çok şey geçiyor kafamdan!


Ne çok şey anlatıyorum insanlara gerek sözlerimle gerek susmalarımla. Ne çok düşünüyorum bu aralar, ne çok özlüyorum, ne çok seviyorum, ne çok korkuyorum... Ne çok ne çoklarım arttı bu aralar...


Bu ara bir ara geçerse, ben de rahat bir nefes alacağım. Konuşmasın kimse istiyorum, kitabıma gömüleyim, aldığım kararları kimseye açıklamak zorunda kalmamayım, iki dost bir araya geldiğimizde illa ki konuşulan konu belli olmasın, başka şeylerden konuşalım, baharın gelişini kutlayalım mesela, birlikte heyecanlanalım.


Biz hayatımızı sakince değiştirme planı(mızı) yaparken, kimse telaşe girmese keşke. Kimse tedirgin olmasa, kimse endişelenmese, paniklemese... Bıraksa keşke herkes bizim kadar bize herşeyi, devam etse gündelik rutinlerimiz, bu da gün içerisindeki merhabalarımız kadar doğal ve sıradan olsa mesela.


Bu aralar,bir zamanlara dönüştüğünde mutlu olmamızı umut ve hayal ediyorum. Bendeniz gez'inti' hanım, kocaman bir küçük adım atarken!


biz bugün...

memleketin kaderini belirledik...

son 3 dakika.

12 Mart 2009 Perşembe

ben...


sıkıldım, bunaldım...


bir de üst üste geliyor hepsi (böyle olması gerekliymiş gibi böyle zamanlarda...)...

yazmak gerek...

Son günleri yazmak gerek...

Alınan kararları yazmak gerek...

Bu kararları dostlarla paylaşmak gerek...

Blog'umun sevgili okurlarına (en azından bildiğim 3-5 tanesine) vefalı olmak gerek...

Suriye seyahatini yazmak gerek...

Yarınki eğitime çalışmak gerek...

Tez zamanda yine yollara düşmek gerek...

Çantayı sırtlanmak gerek...

Sadece çantayı olsa keşke yaşamı sırtlanmak gerek...

Gerek de gerek...

Görsellerde 'gerek' diye aratınca ne çıkıyor acaba? diye gelen merak dürtüsüyle hemen bakmak gerek :)

7 Şubat 2009 Cumartesi

Participation

http://www.eycb.coe.int/compasito/chapter_5/pix/participation.jpg

citizenship


Peace



http://www.eycb.coe.int/compasito/chapter_5/pix/peace.jpg

European Youth Centre Budapest

tam adıyla...

(http://www.eycb.coe.int/)

İmrenmemek elde değil... Gören hak veriyordur illa ki...

Kocaman bir gençlik merkezi, eğitim ve toplantı salonları, kütüphanesi, yemekhanesi, discosu, saunası ve daha bir sürü imkanları ile... Çokca otel tadında ama keyifli... 4. katında salonlar var, Tuna nehri manzaralı... Ve Budapeşte tabii... Önünde kocaman bir bahçesi var, kuş cıvıltıları dolduruyor içini! Baharda nefis oluyordur eminim...

Bir gğn bizim de olur inşallah demeden geçemiyorum, geçmeyeyim zaten, olsun bizim de... Cengiz sayısal oynuyorum, aynısının boğaz manzaralı olanını yapıcaz dedi, belki gerçekten birgün yaparız :) Otellerden kurtulmuş oluruz böylece :) Özgürlük!

Dün gece Egyesek ofisine gittim, bizden daha beter şartlarda çalışıyorlar. Üstelik iki kurum bir arada... (http://www.egyesek.hu/egyesek.html) Dünyaya açılan bir ofis orası, görüntüsü ise daha henüz yeni taşınılmış ve tam anlamıyla tüm kutular açılmamış gibi...

Welcome party'leri vardı, eğlendik, sohbetlendik, özlem giderdik bol bol eski dostlarla :)

Bu partiden haberdar olmam da çok ilginç! Kimseye söylememiştim buraya geleceğimi, tesadüfen bir öğlen yemeğinde Krisztina'yı karşımda buldum :) Birkaç saniye algılayamadım ve algıladığımda şok oldum ( Burda yaşadığını daha sonra algıladım tabi ki :) ) Dünyanın küçük olduğuna hayatımda bilmem kaçıncı kez yine karar verdim, hatta verdik ve onların partisinde buluşmak üzere sözleştik :) İyi de oldu!

Yukarıda Farewell Pary devam ediyor ama benim yaşlı ve güçsüz bedenim daha fazlasını kaldıramadı... Odama çekildim ve canım dostum, vazgeçilmezim, arada bir beni yüz üstü bıraksa da hiç yanımdan ayırmadığım laptopumun başına oturdum :)

Çok güzeel çizimler buldum, bundan sonraki gönderim onlar olacak ;)

özge

Ben

Budapeşte'de salsa da yaptım :)

Gençlik halleri! (:

Budapeşte



Budapeşte...


Güzel, sakin...


Kanımca cansız mı acaba diye düşündüren bir durgunluğu var bu şehrin...


Bu kez Buda'da kaldım. Avrupa Gençlik Merkezi'nde (http://www.eycb.coe.int/), darısı başımıza... Neyse biz dönelim şehre...


Pek vakit geçiremedik kendisiyle bu kez... Eğitim programı sağolsun 24 saatimizi aldı neredeyse. Aynı yerde uyuyup, aynı yerde yiyip, aynı yerde eğitim yapınca ister istemez bir oksijen eksikliği oluşuyor bünyede. :)


Neyse ki yarım saat kadar önce çıkıp biraz nehir havası alma fırsatını yakaladım. İçinden nehir geçen her şehrin olduğu gibi Budapeşte'de yazın ve baharlarda güzel sanırım. Belki de ben kışı sevmediğimdendir! ;)


Dün gecede eski dostları yerlerinde ziyaret edip, özlem giderdim... Üstelik birinin de doğum günü idi... Yine 'Dünya küçük' dedik hep birlikte ve bir sonraki nerede olacağını bilmediğimiz ve bilmemenin keyfini yaşadığımız karşılaşmamıza kadar vedalaştık!


Yarın memlekete yolculuk var, 6 günün sonunda... Gitme vakti yine, yeniden, ne güzel...


Özge

31 Ocak 2009 Cumartesi

W.Shakespeare

zamanin soytarisi degildir sevgi asla...
o degismez kisacik gunlerle haftalarla.
direnir ve katlanir mahserin ucuna dek.

yaniliyorsam bunda ve cikarsa yanlisim,
ne hic kimse sevmistir , ne ben siir yazmisim.

Shakespeare, 116.sone

4 Ocak 2009 Pazar

I have ever...



' I have ever hated all nations, professions, and communities, and all my love is towards individuals... But principally I hate and detest that animal called man, although I heartily love John, Peter, Thomas, and so forth.'


Jonathan Swift

2 Ocak 2009 Cuma

diyalog...



Ö: Sen kurbağa mısın hayatım?


E: Hayır hayatım, sen kara sinek misin?


Ö: Hayır, ben prensesim.






bir süre...


Çocuk kitapları okuyacağım ben.