24 Ocak 2010 Pazar

Kitapta unutmak üzerine bir cümle var. Siz Beyrut’a neyi unutmak için gittiniz?


Benle ilgili bir şey değil. Kitaptaki çoğu şey benle ilgili değil zaten. Ama insanlar herhalde en çok kendilerini unutmak istiyorlar, zira bir ömürde bir hayat olma haksızlılığını ancak kendinizi unutarak başka bir şehre gidince yenebilirsiniz. Sanıyorum insanlar en çok bir önceki kendilerini unutmak istiyorlar ve bir sonraki kendilerini doğurmak için öyle bir tabula rasaya gidiyorlar. Beyrut’ta bunu sunan bir şehir çünkü hafıza ile ilişkisi çok karmaşık, heyecanlı ve problemli. Bu yüzden de hafızasıyla, unutmakla, hatırlamakla ilgili problemleri olanlara boş bir alan sunuyor. Beyrut’ta ne olmak istiyorsanız o olursunuz. Mesela piyanistler görürsünüz üçgen vücutlu. Adamın parmakları bile tuşlardan daha kalındır ve piyanist olduğunu söyler. Saksafon çalan adamlar görürsünüz günde üç paket sigara içerler. O insanların söyledikleri kişiler olmadıklarını bilirsiniz ama kim olduklarını soracak kadar da zamanınız olmaz. Çünkü Beyrut başınıza öyle işler getirir ki bu an bütün anları ele geçirir. Sanıyorum herkes bu yüzden biraz Beyrut’a gidiyor.

......


Ece Temelkuran / Muz Sesleri'ne dair bir söyleşiden

19 Ocak 2010 Salı

Acıktım



Hem kariyer hem çocuk yapan kadınlardan olmak istemiyorum. Kendimi doğaya vermek istiyorum. Yeşile, maviye, kahverengiye.

Sabah kalktığımda ayağımı toprağa basmak, elimi otlara sürmek ve yüzüme soğuk su çarpmak istiyorum.

Bir gün bebeğim olursa, maydanozların arasında büyüsün, domatesin dalındayken nasıl güzel koktuğunu ve salatalıkların gecenin sessizliğinde büyürken çıkardıkları çıt çıt sesini duysun, bilsin istiyorum.

Tüm bunlar olurken, ocakta çay kaynasın…

Boyum kadar mısırlarım olsun, babaanneminkiler gibi. Bir de aslanağzı çiçeklerim, rengârenk.

Taze fasulyelerimi toplayıp, ateşte pişirdiğim bir yemek yapayım. Salçasız, yalnızca domatesle, anneannem gibi.

Tahta parçalarından kurduğum bir kütüphanem olsun, okuyayım, yazayım.
Dostlarım gelsin, dostlarım olsun, gerçekten birlikte yaşayalım.

Sevdiğim, sen illa ki ol yanımda.

Ağustos böcekleri de ötsünler tüm yaz, birlikte. Müziksiz olmaz.

Kendi aldığım tek taşım olmasa da olur, dert değil.

16.01.2010

16 Ocak 2010 Cumartesi

Bir üniversiteden çevreci adımlar - Balıkesir Üniversitesi Bandırma kampüsü


Şu anda Mavi Anahtar / Sivil Toplum ve Gönüllülük Eğitimi vesilesi ile Balıkesir Üniversitesi Bandırma İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Hazırlık Bölümü binasındayım.
Mutluyum. 10 dakikalık arada içeriyi gezerken mutlu oldum, kendimi iyi hissettim ve şaşırdım. Binanın içinde neredeyse her köşede (düzenli aralıklarla) atıkları ayrıştırabilmek için kutular var. Kağıtlar için, plastikler için, piller için… Hepsinin içine tek tek baktım, öyle bizim Kadıköy’den alışık olduğumuz gibi pil kutularının içi sıkıştırılmış ambalaj kağıtları ile dolu değil, olması gerektiği gibi pil var içlerinde. Kağıt çöplerinde gıda atığı yok, yalnızca kağıt var, yine olması gerektiği gibi. Yani burada okuyan/yaşayan gençler çevreye duyarlı gençler, çöplerini gerçekten ayrıştırıyorlar.
Kendi üniversitem geldi aklıma. İstanbul Üniversitesi yani. 4 yıl oluyor ben mezun olalı, umut ediyorum ki değiştirmiştir. Benim zamanında ( yıllanmışlığı belli eden bir söylemdir bu) bırakın atıklarımızı ayrıştırmayı, atacak atık/çöp kutusu bulmamız bile marifet sayılırdı. Kantin (!) masalarına bırakırdık, oradan yere düşmeyen şanslı atıklarımız çöp kutusuna ulaşabilirlerdi. Fakat sınıflarımızda çöp kutucuklarımız vardı, yiğidi öldürsem de hakkını vermeliyim! İlk ders arasında dolup, taşarlardı orası ayrı bir mevzu.  Yine umuyorum ki değişmiştir.
Bugün, buradaki manzara pek keyifli… Bu manzaranın tüm şehri etkisi almasını diliyorum. Sanayisi bu kadar gelişmiş bir kentolan Bandırma, ev sahipliği yaptığı birçok çevre suçunun yanında belki güzel bir girişime de ev sahipliği yapar kendisi için, çevre için.
Yine umutla…
Resmi aldığım link: http://www.cartoonstudio.co.uk/images/kmeters/ABBwaste.jpg

15 Ocak 2010 Cuma

Sigaraya gelen zam


memleketimin insanını şöyle etkiledi,

15 Ocak 2010, yani bugün, Ayvalık Bandırma arası otobüsteyim. Yerim de güzel, gündüz yolculuklarının en sevdiğim koltuğu, 4 numara.

Otobüs şoförü ve muavin arasındaki diyaloğu paylaşmak istiyorum izninizle.

OŞ:
Aldın mı bugün sigara?
M: Efendim?
OŞ: Aldın mı diyom bugün sigara?
M: Aldım abi, sabah.
OŞ: Oğlum, herkese dağıtma bak artık sigaranı, zam geldi sigaraya.
M: Dağıtmıyorum abi.
OŞ: Bak eskisi gibi değil artık ha, ikram etmicen, kendin içcen. Verme kimseye.
M: Vermiyom abi valla ya.
OŞ: Ona göre yani.

Yine dört ayak üstüne düştük görüyorsunuz.
Bizi, sigaraya gelen zammın caydırıcılığı da teğet geçmiş belli ki.


Resmi aldığım adres: http://www.istockphoto.com/file_thumbview_approve/4479409/2/istockphoto_4479409-cartoon-bus.jpg

12 Ocak 2010 Salı

Ve yine bir kitapla canlanan anlar...



'Asıl önemli olan gözle görülmeyendir.

...

Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. Hem sana bir armağan vereceğim.

...

İşte, bu benim armağanım. Yalnızca bu suyu içtiğimiz zamanki gibi olacak.

Yıldızlar bütün insanların. (...) Ama her insan için aynı değiller. Yolcular için, yıldızlar yol gösterici. Ötekiler için yalnıza gökyüzündeki pırıltılar. Bilim adamları için hepsi birer problem. İş adamı için zenginlik. Ama bütün yıldızlar sessiz. Sen... Yalnızca sen yıldızlara herkesten farklı sahip olacaksın...

Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!

Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü gördüğünde çok şaşıracaklar! Onlara 'Yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun.

Sanki sana yıldızlar yerine, gülmesini bilen bir sürü küçük çan vermişim gibi olacak...

Bu gece... Biliyorsun... Gelme...

Acı çekiyormuş gibi bakacağım. Biraz da ölüyormuşum gibi... Evet, öyle. Bunu görmeye gelme. Görmeye değmez.
...

Demek geldin.

Gelmemeliydin. Acı çekeceksin. Ölmüşüm gibi olacak ama ölmeyeceğim...

Anlamalısın. Çok uzak. Bu gövdeyi oraya taşıyamam. Çok ağır.

Atılmış, eski bir deniz kabuğu gibi olacak. Bunda üzülecek bir şey yok...

Biliyor musun, çok hoş olacak. Ben de yıldızlara bakacağım. Bütün yıldızlar çıkrığı paslanmış kuyular gibi olacak. Bütün yıldızlardan içmem için tatlı sular akacak...

Harika olacak! Senin tam beş yüz milyon küçük çanın olacak, benim de beş yüz milyon su kaynağım...'

İşte burası. Bırak, yalnız gideyim.'

Küçük Prens- Antoine De Saint-Exupery



Dizlerimin bağı çözüldü bu satırları okuyunca...



Resmi aldığım adres: http://www.mirpod.com/IMG/arton8036.jpg

11 Ocak 2010 Pazartesi

9 Ocak 2010 Cumartesi

Uzlaşma çok-sesliliğe, o ise "kısa ifade becerisi"ne bağlıdır!



www.tinaztitiz.com'dan alınmış, e-postama düşen bir yazı...


Uzlaşma çok-sesliliğe, o ise "kısa ifade becerisi"ne bağlıdır!
Düşünen, soran insanlarımız ile bunların düşüncelerini taşıyan iletişim kanallarının sayısı arttıkça bir sorun ortaya çıkmaya başladı: zaman ve/ya yer yetmezliği!
TV kanallarındaki tartışmalarda zaman yetmezliği açıkça görülüyor. Tartışma yöneticileri dahil tüm katılımcılar zamanın yetmezliğinden yakınıyorlar -zamanın bir bölümü de bu yakınmalara gidiyor.
Zamanın sabit, yazılıp söyleneceklerin artması sonunda doğmuş gibi görünen bu sıkışmanın esas nedeni bir başka gerçekte saklıdır: sözcüklerin, ne anlattıkları üzerinde fazlaca düşünmeden kullanımı. Bu, ifade edilmek istenilenlerin bir türlü anlatılamayışına, o da dönerek sözlerin uzatılmasına yol açmaktadır. Aynen, işlevini yapamayan organların giderek irileşip hastalanması gibi, sözler de giderek uzamakta, uzadıkça da anlam yükleme zorunluğu azalmakta, bir yandan da anlam yüklemek zorlaşmaktadır.
Yazılı ve sözlü ifadelerin anlatım güçlerinin artması, olabilecek en kısa formlarına indirgenebilmesine bağlıdır.
"Kanonik İfade" denilebilecek bu "kısa ifade becerisi", yazılı ve sözlü anlatımlarda kullanılan sözcüklerin anlam alanlarının tam farkındalığı ile hiçbir tekrara ya da sayıp dökmeye yer verilmemesi gibi iki basit kurala dayalıdır.
Önemli konularının hemen hiçbirisinde uzlaşmaya varamamış olan toplumumuzda, gereksindiğimiz çok seslilik ancak kısa ifade becerisi yoluyla sağlanabilir.
Söyleyip yazacaklarını olabilecek en kısa forma sokmaya zorlanan birçok önemli insanımızın elinin ya da dilinin tutulduğunu, çünkü söyleyip yazmaya alıştıklarının büyük bölümünün dolgu malzemesi olduğu hayretle görülecektir.
Ülke gündemini oluşturan sorunların iriliği karşısında böyle bir sorun önemsizmiş gibi görünebilir. Ama Yunus Emre bunun ne denli önemli olduğunun farkına varmış, bizleri uyarmaya çalışmaktadır:

"Sözünü bilen kişinin
Yüzünü ağ ede bir söz
Sözünü pişirip diyenin
İşini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Balıla yağ ede bir söz
Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmağa ede bir söz"