27 Mayıs 2008 Salı

Daldan dala yazı

Akşam sesleri kulağımda, ellerim bir bir klavyenin tuşlarına dokunuyor...

Aklımda ne yazacağıma dair en ufak bir fikir yok, parmaklarım nereye giderse, içimdeki ses ne derse, alakalı alakasız, anlamlı anlamsız onları yazmak istiyorum... Düşünmeye fırsat tanımadan, filtrelemeden içimden gelenleri, aman ardından şöyle desem mi daha iyi olurdu, bak Özge bu cümle de çok devrik olmuş sil bunu baştan yaz hadi bakalım özne nesne yüklem, bırak artık şu özneyi sona getirme huyunu deyip deyip değiştirmeden yazdıklarımı. Yayınlamadan önce okumamak geliyor içimden...

Gez'inti' hanım mı?... Kim bilir aklı nerelerde yine.. Bugün çok da dinlemedim onu, biraz popomun üzerine oturma zamanım geldi diye düşündüm... Sonra önümdeki günleri düşündüm... Bir ara dünyadaki şanslı insanlardan biri olduğuma inandım, aslına bakarsan şu an hala inanıyorum. Bir ara gez'inti' hanım aklımı çelmeye kalktı, lonely planetta gezindim biraz, sonra toparladım tekrar hadi Özge dedim, devam, devam... İşler seni bekler.

Şanslı olmaya gelince - bu arada başladım hafiften silip tekrar yazmalara, eh parmaklarımın özgürlüğü de bu kadar demek- küçükken hep çok şanslı ve çok özel bir insan olduğumu düşünürdüm, inanırdım üstelik buna! Artık inanmıyor musun diye sorarsanız, şanslı olduğuma evet inanıyorum ama özel olmama daha farklı bir anlam yükledim son zamanlarda. Özel olduğumu hissettiren hayatımdaki kişiler aslında, yani onların bana yüklediği bir anlam bu, beni sevmeleri, bana dokunmaları, sarılmaları... Özel olduğumu hissettiriyorlar... Ve bir teşekkür borçluyum onlara, bu güzel hissi bana yaşattıkları için. Hayatımda oldukları için, beni sevmeye layık gördükleri için... Az buçuk da olsa karşılığını verebiliyorsam ne mutlu bana...

Önümde koca bir ıhlamur ağacı var, tomurcukları doruk noktasında,bir kaç haftaya varmaz açar ve yayar ortalığa mis gibi kokularını... Bu beton şehirde, siyah demirlerin arasından da olsa bu ağacı görmek mutlu ediyor beni, onu izlemek... Kokusunu içime çekmek, baharda yeşerişini, ardından çiçek açışını ve sonra döküşünü önce çiçeklerini ardından yapraklarını.. Kışın çırılçıplak kalışını..

Bu ağacın başka bir özelliği de var, yalnızca ağacı gören ve yalnızca ağacın gördüğü evler için... Yaşamlarımız için doğal bir saygı perdesi kendisi, sessizce usul usul örtüyor camlarımızı, gizliyor yaşamlarımızı...Tüm perdeler, camlar, kapılar açık yaz aylarında... Ardından kış geliyor ve o yapraklarını döktükçe gün batıyor ve kapanıyor yavaş yavaş perdeler, ne de olsa artık ne yaprakları var ıhlamur ağacının ne de çiçekleri... Aynaya bakar gibi bakarlar yoksa birbirlerinin yaşamlarına...

Aynaya bakar gibi dedim çünkü çok da başka şeyler yaşamıyoruz sanırım birbirimizden... İnsan büyüdükçe (!) -hala büyüdüğümü düşünüyorum, sanırım 50 yaşıma geldiğimde de büyümekten bahsedebileceğim :) - yaşadıkları daha mı normalleşiyor ne? Belki de gözleri normalleşiyordur kim bilir... Sahi var mı bilen? Belki yine çok acıyordur içi veya heyecandan fırlayacak gibi atıyordur içi de belli etmemeyi başarıyordur, malum yılların tecrübesi var aynı sahnede! Hem kendine hem de etrafındakilere harika bir performans sergiliyordur ve hatta kimileri bir oyun izlediğini bile unutuyordur!

Birlikte oynadığın kişilerle metni paylaşmakta fayda var sanırım. Kimi zaman unutuyor insan ne diyeceğini, ne yapacağını, elini ayağını nereye koyacağını, bu gibi durumlarda bir iki suflör hayat kurtarıcısı oluyor!

gez'inti' (bu kez içerlerde bir yerde)

Hiç yorum yok: